Esaretten Kaçış ve Meditasyon Sanatı – Yogi Mahajan

Books

Esaretten Kaçış ve Meditasyon Sanatı

Roman

Yogi Mahajan

Yazarın Notu:

Aklımızın bildiği her ne varsa iki gözümüz ve iki kulağımız vasıtası iledir ama bu durumda koşulsuz sevgi gibi işitilemeyen veya görülemeyen onca şey hakkında ne demeliyiz? Koşulsuz sevgi aklımızın ötesindedir çünkü aklımız onu anlayamaz, peki ama bu onun var olmadığı anlamına mı gelir? Eğer akıl gerçeğin kıstası olsaydı kendi ağına hapsolmuş bir örümcek misali, aklın hapishanesine kısılıp kalmış olurduk. Belki de aklımızdan daha büyük ve onun gölgesinde kaldığı için dikkatimizden kaçan bir şey var.  Belki de iç gözlem yapmanın ve aklımızın bizi Gerçek’ten ne kadar uzaklaştırdığını sorgulama zamanı gelmiştir. Gerçek, koşulsuz sevgi gibi açıkça algılanabilir olabilirdi. Kendi içimizde yaradılışımız sırasında oluşturulmuş bir enstrüman aracılığıyla, koşulsuz sevgi depomuz ile bağlantıya geçmek o kadar kolay olur ki.

Ya içimizde, sayesinde koşulsuz sevginin neşesini duyumsayabileceğimiz böyle bir araç varsa?

Ya bu enstrüman sayesinde koşulsuz sevginin tüm bilgisini elde edebilseydik?

Ya bu enstrüman sayesinde Mutlak Gerçeği bilebilseydik?

Ya bu enstrüman sayesinde İlâhi Kutsamalar alabilseydik?

Ya bu enstrüman şefkat ve sevgi ile dolup taşıyorsa?

Ya bu enstrüman ile bir öğleden sonar zarfında bağlantıya geçseydik?

Bu enstrümana bir isim versek ve Ona “Kundalini” desek?

Yogi Mahajan

Bölüm 1

Emniyet kemerilerini işaret eden ikaz ışıkları söndü. New York’tan ayrıldığından bu yana hava hep sertti. Royd Harvy koltuğunu geriye yatırdı ve gevşedi. Birazcık uyuyabilmek için iyi bir zamandı. Zihnini susturabilmek için bir kaç içki içip, ardından da Milano’ya dek biraz uzanabilirdi.

Birinci mevki alışılmadık derecede meşguldü. Bir grup yaşı ilerlemiş Amerikalı yolcu, uçuş görevlilerini durmadan meşgul ediyordu.  Veronica Johnston ismindeki sarışının ise mahvolmuş bir hali vardı.  Profesyonel tebessümü ağır ağır kayboluyordu. Steve`den ayrılması onu böyle etkiliyordu.  Terk edilmiş olduğu gerçeğine inanamıyordu. Onu seviyordu ve bu sevgisini nasıl bastıracağını bilemiyordu. Sevgi bu kadar kolayca yanıp kül olabilir miydi? Sevgisi ölseydi hayatındaki boşluğunu ne doldururdu?   Sevgisinin içine işleyebilecek hiç bir silah bulamamıştı. Onun kendisine “Seni sevmiyorum” dediğini duymuştu ancak kendini aynı sözleri ona da söyleyecek noktaya getiremiyordu.  Sığ sözler sevgisinin zenginliğini kurak bir çöle dönüştüremezdi. Yalnızca kelimelerle sevgisinin hakkından gelemezdi.  Sevgi onun tüm varlığıydı ve başka türlü de olamazdı. Sadece kendisi olabilirdi, başka birisi olamazdı ki. Sevgisini gömmek, kendisini gömmek gibi olacaktı.

Gitmesine izin vermişti ancak varlığının derinliklerindeki boşlukta, derin bir his kalmıştı. Ebeveyn sevgisiyle, hatta belki de ondan bile önce oluşmuş bir boşluk. Gizlenmiş bir sevgiyle beslenen ve asla terk etmeyen bir boşluk.  Istırap veren acı ile dolu bir duygunun içinden aktığını hissetti. Bunu nasıl durduracağını bilemiyordu. Tamamen çaresiz bir durumdaydı. Steve’i her düşündüğünde, sanki bin ok kalbini delip geçiyordu. Onu düşünmek istemiyor ve zihnini işi ile meşgul etmeye çalışıyordu. Bu süreçte telaşlı davranmaya ve bitap düşmeye başlamıştı. Mekanik bir şekilde işinin sıkıntılarıyla uğraşıyordu. Zihni tamamen boştu. “Buzlu martini, evet efendim, siz hanımefendi, tabi hanımefendi.”  Uzun boylu, bir Asya ülkesinden gelen, büyük olasılıkla Hintli biri olan adamın ılık su istemesini zihni fark etmedi. Kimse ılık su istemezdi. Programda yoktu. Adamı atladı. Kendi koltuğuna ulaşmaya can atarak servis arabasını koridor boyunca sürdü.  Sonunda arka tarafta boş bir koltuğa erişmeyi başardı ve oraya çöktü. Yanında ona doğru eğilmiş, kendisinin tam algılayamadığı ama omurgasından başlayarak başının üzerine doğru içindeki bir enerjiyi yükseltmekte olan adamı fark edene dek yaklaşık bir çeyrek saat geçti. Derin bir rüyaya dalmadan evvel, adeta  bir kuş tüyünün çok nazikçe başı dokunduğu aklında kaldı.

Bir saat sonra birisinin onu dürttüğünü hissetti. İş arkadaşı Anna kulağına “İnmek üzereyiz” diye bağırıyordu. Yerinden sıçradı ve saçlarını düzeltti. Kalbindeki acının yok olduğunu  fark ettiğinde şaşırdı.  Hafif bir dalgalanma hissiyle neşelendi. Steve`e dair düşünceler bu kez gözleri doldurmaksızın aklına geldiler ve geride acı bırakmadı. Kendini ondan nefret etmeye zorlayamazdı, doğası buna uygun değildi. Gerçek sevgi, bir anda nefrete dönüşmez.  Sevgi herhangi bir karşıtlık barındırmaz ve doğaldır. Sevginin alevleri varlığının her bir hücresini ısıttı.  Onu her zaman özleyeceğini fark etti.

Yolcular çıkış kapısından dışarı çıkıyorlardı. İçindeki bir itki ile uzun boylu Hintli adamın peşinden koşmak istedi ama o çoktan kapıdaydı. İtalyan hostes “Arrivederci, Cabella’ya iyi yolculuklar” diyerek onu dışarı yönlendirdi ve Hintli kapının ardında kayboluverdi.

Bölüm2

Mürettebat Milano’da konakladı. Rönesans tarzında inşa edilmiş muhteşem bir otel olan Savoy’a yerleştiler. Giriş holünün göz kamaştırıcı şekilde boyanmış tavanını  görmesiyle, Veronica’nın nefesi kesildi. Lobi Araplarla doluydu. Aralarından biri, arkasında eşlerinin oluşturduğu kuyrukla asansörü bekliyordu. Bu peçelerin ardında ne tür yüzler saklı olduğunu merak etti. Asansörün içinde Arap’a daha yakından baktı, yüz hatları sertti ancak yumuşak gözleri vardı.  Arap’a bir koruma ve çevirmen eşlik ediyordu, adamın bir şeyh olabileceği  tahmini yürüttü.  Veronica asansörden inerken, adam hızlı bir arapça ile ona “Selamın Aleyküm” dedi.

Odanın sanatsal atmosferi ile Veronica’nın keyfi yerine geldi. Gül ağacından yapılma lambrili duvarları İtalyan ustaların altın kaplama işlemeli çerçevelerdeki resimleriyle süslenmişti.  Mobilyalar bordo kadife ile zevkli bir şekilde döşenmişti. Şık Venedik lambalarının titrek ışıkları kristallerin içinden yayılıyordu. Veronica hızlı bir duş aldı ve akşam yemeği için giyindi.

Yemek salonu ise Floransa tarzı dekore edilmiş bir sanat galerisini andırıyordu.  Ekip masada gezi planlarını  tartışmakla meşguldü.  Bir grup Floransa’yı gezmek isterken diğer grup Venedik`e gitmeyi istiyordu.  Tabi ki Venedik daha gözde yerdi ve doğrudan  Venedik’e giden sabah 8 ekspresini yakalamaya ve akşam üzeride dönmeye karar verdiler.  Veronica ise onlara katılmamayı tercih etti, keendisinin başka planları vardı. Arap şeyhin yan masadan ona gülümsediğini fark etti. Sağlıklı bir İtalyan yemeğinin ardından, yataklarının konforuna kavuştukları için mutluydular.

Veronica iyi uyumuştu ve kendini tamamen dinlenmiş hissederek uyandı.  İtalya`nın güneşi onu her zaman neşelendirirdi.  Penceresinden Duomo Katedrali’ni ve güvercinleri besleyen bir turist grubunu görebiliyordu ama aklı başka bir yerdeydi. Dönüp dolaşıp Hintli adam aklına geliyordu. Ona teşekkür etmeyi her şeyden çok istiyordu. Adamın  Cabella isminde bir yere gidiyor olduğunu anımsadı.  Hizmetçi kahvaltı tepsisini getirdi.  Cabella`yı bilip bilmediğini ona  sormak istedi ancak pek bir cevap alamadı, hizmetçi bu yeri  daha önce hiç duymamıştı, bir İtalya haritası getirmeye söz verdi.

Kuzey İtalya’da kahvaltı büyük ölçüde kahveden oluşur ve bu lezzetli karışım “Capuccino” bağımlılık yapar. Bir cappuccino Veronica’yı sabah görevine için hazırladı. İtalya haritasını açıp dikkatli bir şekilde inceledi.  Cabella’dan hiç bir iz yoktu, düşünmesi gerekti, evet, eski dostu Ella Patroni burayı bilebilirdi. Ella Patroni çok yakında oturuyordu ve lezzetli makarnalar yaptığı için çok sevilirdi. Veronica hızlıca giyindi ve Ella’nın evine doğru yola çıktı. Çocuklar bahçede oynuyorlardı. Ella evdeydi.  “Bon journo amicomio” diyerek onu içten bir sarılmayla karşıladı. Ella uzun senelerdir tanıdığı dostunu her gördüğünde çok sevinirdi. Çocuklar Veronica’nın uçaktan topladığı küçük sürprizlerle dolu sepeti talan etmek için koşturdular. Ella taze pannini ekmeği henüz pişirmişti ve yanında zeytin yağı ile ikram etti.  Bir İtalyan evinde, işe koyulmadan önce mutfakta ifade edilen sevgiye dahil olmak gelenektir ve ciddi konular genelde kahveden sonra konuşulur.

Ella, Cabella’yı duymamıştı ama eşi Marco’ya soracaktı. Marco tanınmış bir fotoğrafçıydı ve bir mobilya dergisi için çalışıyordu. Ailesinin kökleri Cenova’ya dayanıyordu. Savaştan sonra nakliye işi inişe geçmiş ve babası Milano’ya taşınmıştı. Marco aile olarak annesiyle birlikte yaşamıştı ve evlilik annesine olan adanmışlığını daha da artırmıştı.  İtalyan anneler oğullarına karşı oldukça sahiplenici olabilirler ve yeni evli bir kadın, ana-oğulun arasındaki bağlılık ölçüsünde eşini kayınvalidesi ile paylaşmak zorundadır.  İtalyanlar aileye önem veren insanlardır. Kardeşlerinin yanısıra ailenin yaşlılarıyla birlikte olmaktan neşe duyarlar. Gökdelenlerdeki göz göz daireler aile kurumuna  yavaş yavaş darbe vursa da, haftasonları ve tatiller  sırasında bunun acısı çıkarılır.

Marco mahallesindeki okula devam etmişti. Okuldan sonra, zamanının çoğunu Plaza San Marco’da turistlerin eskizlerini yaparak geçirirdi.  20 yaşına geldiğinde,  fotoğraf çekmede de karakalem resim yapmakta olduğu kadar maharetli olduğunu keşfetti. Fotoğraflarının mı eskizlerine yoksa eskizlerinin mi fotoğraflarına benzediği hiç bir zaman net değildi. Fotoğrafları yerel bir derginin editörünün dikkatini çekti ve böylece Marco’nun fotoğrafçılık kariyeri başlamış oldu. Marco bir çok sebepten ötürü arkadaşları arasında popülerdi. Ne zaman bir şey isteseler onda bulunurdu, elinde yoksa da bulabilirdi. İkinci olarak da, her soruya hazır bir cevabı olurdu, eğer cevabı bilmiyorsa da bir tane icat ederdi ancak hiç bir zaman arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratma hatasına düşmezdi. Espri anlayışı ve cömertliği nedeniyle sevilirdi, ancak kimse onu fazla ciddiye almazdı, zaten kendisi de çok ciddiye alınmayı istemezdi.  İş buna  gelince, İtalya’da herhangi birini çok ciddiye almak bir günah sayılır. Ciddiyet, makarna ve şarabın yaşı gibi önemli meseleler içindir. Bu tür konularda sağlıklı bir hükme varabilmek hatırı sayılır ölçüde çalışma gerektirir.  İnsanın hayattaki mevkii giyim tarzına ve arabasının modeline dayandırılır. İyi peynir ve zeytin üzerine faydalı tavsiyeler ise arkadaşlık bağlarını güçlendirir.  Bu tarz şeylerde keskin bir hassasiyet ile insan özellikle İtalya’da mutlu mesut yaşayabilir.

Yüzünde kocaman bir gülümseme ile Marco, Veronica’yı karşıladı. “Böylesine güneşli bir günde Sinyora nasıl üzgün olabilir?”

Üç tarafında güneşli sahilleriyle İtalya’da insanın üzgün olması beklenemez. Büyük ihtimalle bir yerlerde bir noktayı kaçırmış ya da doğru kavrama yetisini kaybetmiştir. İtalya’nın böylesine kutsanmış olduğu doğal zenginliğinden neşe duyulmalıdır.  Ya sanat, Venedik, Florence, Sienna, Toskana ve Bolonya’nın hazinelerine ne demeli? Resimler, heykeller, freskler ve mimari adeta ruhu büyüler. Hem doğal hem de sanatsal bunca mirasa sahip olan İtalyanlar ciddi meselelerin hayatın neşesine set koymasına izin vermezler. “Dommani”, her sorunla ilgilenir ve birazcık şansla ‘yarın’ asla gelmez.

“Allora, Cabella Ligure’den bahsediyor olmalısınız Signora. Babam Cenova’da Prince Doria için çalışırdı. Alessandria’nın civarında, Cabella’da bir kalesi olduğunu duymuştum. Eğer bu Signora’yı mutlu edecekse, akşam onu oraya götürebilirim.”

Veronica yolculuk konusunda çok heyecanlıydı, ama “ Marco biraz daha erken gidebilir miydi lütfen, mesela öğle yemeğinden sonra”.

Öğle yemeği sonrası, İtalya’da, bir macera için en heyecan verici zaman değildir. Öğleden sonra kısa bir süreliğine kestirmek ya da siesta yapmak bir tür lüks sayılır. Güneş kavurucudur ve makarnadan sonra kısa bir mola lezzetinin devamını sağlar.

“Eğer Signora ısrar ediyorsa, şimdi yola çıkabilir ve öğle yemeğimizi  Arquata’da yiyebiliriz.”

Marco’nun,  annesi dahil olmak üzere herkesin içine sıkıştığı küçük bir italyan Fiat’ı vardı. Daracık caddelerdeki şık arabalar Milano’nun kabusudur. Termometredeki civa yükseldikçe, sinirler gerilir ve sürücüler yumruklarını sallamaya ve birbirlerini küfür yağmuruna tutmaya başlarlar. Sonunda, bir saatlik acıklı bir mücadelenin ardından anayola çıktılar.  Veronica İtalyan taşrasına aşık oldu. Gözleri kavak ağaçları ile, kerpiçten yapılma, çamurla sıvanmış çiftlik evleri ile alacalanmış  altın mısır tarlalarında gezindi. Daha büyük köyler gükyüzünde parıldayan kilise kuleleri ile işaretlenmişti.  Yukarı alanlara doğru ileledikçe, tepelere tünemiş ortaçağ kaleleri Veronica’ya hoş bir şaşkınlık yaşattı.  Bazılarında eski aileler oturuyordu ancak öğle yemeğini yemek için durdukları kale, bir Amerikan şirketi tarafından otele dönüştülmüştü.  Minnestrone çorbası ve sarımsaklı ekmek sipariş ettiler. Ella onları lezzetli bir ‘pasta al pesto’ ile tanıştırdı.  Kahvenin ardından dik bir vadiden geçerek dar bir yoldan ilerlemeye devam ettiler.  Nehir dağı bıçak gibi kesmişti ve yolun Cabella’ya ulaşabilmek için dağın eteklerinden dolanması gerekiyordu.

Cabella’nın büyük meydanında park ettiklerinde Güneş hala tepedeydi. Cabella büyük merkezi meydana açılanbir dizi döşeme taş evden oluşuyodu. Bir nehir öte yana geçiyordu. Meydana karşı dururken, tepedeki görkemli kale Veronica’yı şaşkınlığa uğrattı. Paulino, otel sahibi, orada ‘Anne Shri Mataji’ olarak anılan bir Hint prensesinin yaşadığını söyledi. Paulino kaleyle çok ilgiliydi, kale köyün gururuydu.  Savaştan önce Doria Prensi dahil olmak üzere kalenin sahiplerinin aşçılığını yapmıştı. Cenova Dükü burayı 400 yıl kadar önce inşa etmişti.  Shri Mataji’nin Cabella’ya ilk gelişinde onun kaledeki ilk yemeğini hazırlama şansına sahip olmuştu. Otele döndüğünde ise kahve makinesinin üzerinde onu yüzünün yansımasını görmüştü.  Sonrasında ise, evvelki yıllarda Cabella’yı ziyaret eden bir grup Hristiyan misyonerin ona anlattığı eski bir kehaneti anımsamıştı “Yeni milenyumun şafağı yaklaştığında, Kutsal Ruh burada yaşamak üzere Cabella’ya gelecek”. Kimi tutucular onun evrensel öğretisine karşı çıkmayı denediklerinde ise, günlerce öylesine bir sağanak sürmüştü ki nehir taşmış ve köyü sel basmıştı. Köylüler onu çok seviyor ve her Şükran Günü’nde ona meyveler ve çiçekler sunuyorlardı.

Neşe dolu insanlardan oluşan büyük bir kafile meydana doğru ilerliyordu. Ruhları İlahi bir gücün ilhamı ile dans ediyormuş gibiydi. Genç ve yaşlı, dünyanın dört bir tarafından gelmişlerdi ve parlak renklerde giyinmişlerdi. Veronica kendiliğinden onların ortasına çekildiğini fark etti. Bunu sorun ediyormuş gibi görünmüyorlardı. Onları ezelden beri tanıyormuş gibi hissediyordu. Anne’nin bayramını kutluyorlardı, “Jai Mataji” diyerek şarkılar söylüyorlardı. Bütün kafile tek bir bedenmiş gibi hissetti ve her biri o bedenin içinde salınan bir hücreydi. Uçakta gördüğü uzun boylu Hintliyi fark etti. Adam ona gülümsüyordu. Minnetini ifade etmek istedi ancak doğru kelimeleri bulamadı. Ertesi sabah Hindistan’a dönüyordu ve telefo numarasını bir kağıt parçasının üzerine karaladı. İsmi Siddharth’dı,  onun yanında muazzam bir huzur ve hoşnutluk hissetti ve sonrasında kalabalıkta kayboldular.

Kafile kaleye doğru tırmanışa başlamıştı. Kalenin dışındaki avluya eriştiklerinde herkes oturdu ve derin bir sessizliğe gömüldü. Yanındaki Avustralyalı kız ona içlerindeki kaynak ile bağlantıya geçip meditasyon yaptıklarını açıkladı. Veronica yüzlerinin ağır ağır dinginleşmesini ve huzurla dolmasını izledi. Büyük bir zevkle tüy kadar hafif bir hissin onu alıp götürüşünü yeniden hissetti. Gözlerini açıp ona acele etmesini işaret eden Ella ve Marco’yu bulduğunda ise, ne kadar uzun süredir orada olduğunu hatırlayamıyordu. Geç oluyordu ve geri dönmeleri gerekiyordu.

Bölüm 3

Veronica eve dönüş yolu boyunca uyudu.  Turkuaz körfez üzerinde görkemli bir şekilde yükselen San Fransisco Altın Köprüsü’nün tanıdık görüntüsü ile uyandı. Kalbinden boşanan neşe  dalga dalga çağıldayan sevgi okyanusunda yansıdı.  İçinde bütün bir okyanusun gittikçe artan bir şekilde içinde uğuldadığını hissedebiliyordu. Omurgası boyunca bir üşüme hissetti ve serin bir esintinin  titreşimleri vücudunu kapladı.  Zaman algısını yitirmişti. Güneş uzaktaki ufukta batmaya  başlıyordu. Gökyüzü yumuşak pembe tonlarla bezenmişti. Veronica derin bir nefes aldı. İç huzuru, tıpkı Cabella’daki kalede olduğu gibi deneyimliyordu.  Tek arzusu bu anı sonsuza dek yaşayabilmekti.

Pilotun “ Oakland havalimanına inmiş bulunuyoruz. Sıcaklık 30 derece. Uçuşunuzdan memnun kaldığınızı umuyoruz. United havayolları ile uçtuğunuz için teşekkür ederiz” anonsunu yaptığını duydu.

Veronica eve döndüğü için heyecanlıydı. Annesiyle birlikte Mill vadisinde yaşıyordu. Annesi önümüzdeki hafta 70’ine basacaktı. Arabasını eve doğru sürerken aklından yeni çözümlemeler geçiyordu.  Parçalanmış bir ilişkinin acısının yüzeye ulaşmasına izin verilmemeliydi. Geçmişte yaşayamazdı.Oysa Körfez Bölgesi o kadar çok güzel şeyle doluydu ki -sabahın erken saatlerinde körfez boyunca çılgın sürüşler, Sausolito’nun nostaljik deniz ürünü restaurantları. Tüm bunların bu kadar kolayca silinip silinemeyeciğini merak etti.  Yavaşça, bir başka düşünce zihnine sokuldu, neden doğuya taşınmasındı ki? New York’ta yetişmişti ve Manhattan’ın enerjisini severdi. Ancak asla ani kararlar almazdı, kararı ertesi güne bırakmak ve kendi akışlarında ilerlemelerine izin vermek gibi bir alışkanlığı vardı.

Annesi bahçedeydi. Oturma odası körfeze bakan teraslı bir evleri vardı. Kaliforniya’nın manzarası ve iklimi Veronica’ya hep çekici gelmişti. Mahallelerini ve her sabah yaptığı canlı yürüyüşleri seviyordu. Annesi onda bir değişiklik hissetti, alışıldık endişeli hali bir şekilde kaybolmuştu, sakin ve gevşemiş bir hali vardı. Veronica Cabella’daki deneyimini anlattı. Bir rüya gibiydi. Annesini onu tüm dikkatiyle dinledi ve gözlerinin aydınlanışını inceledi.  Akşam için planlarını konuştular. Kısa bir süre sonra Tom ve Carol gelecekti.

Tom bir çok kişi tarafından mahalle sinagogundaki şarkı söyleyen haham olarak tanınıyordu. Vaaz yerine verdiği dost canlısı tavsiyeler bir çok kişinin dostluğunu kazanmasını sağlamıştı. Herhangi bir konu üzerine konuşabilir ve her tür dini metinden alıntı yapabilirdi. Favorileri Mahatma Gandhi ve MartinLuther King idi.  Doğu mistisizmi onu büyülerdi. Dinin çok ötesine ilerlemişti. Din bir basamaktı. Meditasyon sırasında Tanrı’ya yakın hissediyordu. Özgür tarzı onu ortodoks geleneğinden uzaklaştırmıştı. Eşi Carol ona gitarda eşlik ederdi ve birlikte kendi şarkı sözlerini bestelerlerdi. Veronica son şarkıları “Evrenin kalbinde otururken” i  sevmişti. Veronica Tom ve Carol’ın Cabella hikayesini seveceklerini biliyordu. Çarçabuk masayı temizledi ve annesi akşam için odasına çekildi. Zil çaldı.

“Merhaba”, dedi neşeyle Veronica,

“Selam Veronica, harika görünüyorsun, yolculuğunkeyiflimiydi?”

“Size haberleri hemen vermeliyim”.

Veronica onlara Tom’un en sevdiği İtalyan bisküvilerinden ve Carol’ın Rafaello’larından ikram etti. Kahve getirdi ve Cabella’dan bahsetmeye başladı. “Hayatımdaki en büyüleyici deneyimdi. Biliyor musunuz, ne zaman Anne’den bahsetsem omurgam boyunca serinlik hissediyorum.”

“Anne ile şahsen tanıştın mı?”

“Hayır, hepimiz kalenin avlusunda oturduk ve onun sevgisi öyle muazzamdı ki hepimizi içine aldı.  Marco beni dürtene kadar hepimiz zevk içinde kaybolmuştuk. Ancak bahsettiğim his yayılmaya devam etti. Daha önce körfezin serin titreşimlerini hiç hissetmemiştim.  Birdenbire çevremdeki titreşimlerin farkında olmaya başladım.  Herşeyin yaşadığını ve birbirine titreşimlerle bağlı olduğunu farkına varmak, bu tamamen yeni bir deneyim. Ağaca bakıyorum ve onun benimle konuştuğunu duyuyorum.Biraz garip ama doğadan sıcacık bir his yayılıyor, neredeyse sanki benim parçammış ya da bir düzeyde ben onun parçasıymışım gibi.  Biliyor musunuz, aynı şeyi insanlarla da hissetmeye başlıyorum.  İkinizle de çok yakın bağlantıda olduğumu hissettiğim için, neredeyse üçümüz bir bütünmüşüz gibi geliyor. Ama kimilerine de sadece ellerimi havaya kaldırıp “Dur, bana yaklaşma” diye bağırmak istiyorum. Ya tamamen bağlantıda ya da kopuk hissediyorum. Bu tıpkı iki ayrı dünyada yaşamak gibi-ait olduğum dünya kalbimde benimle konuşuyorken öteki çok soğuk ve uzak. Öteki dünyadan olan insanlar, uzaydan geliyormuş gibi görünüyorlar.”

Tom ve Carol büyülenmiş bir şekilde dinlediler.  “Bazen aynı şeyi ben de hissediyorum ancak ne olduğunu anlayamıyorum. Kimi Zen ve Sufi üstadların, bu hissin içimizdeki ruhtan kaynaklandığını ancak bu ruhla bağlantıya geçebilmek için tam bir rehberliğe gerek olduğu yönündeki tariflerini okumuştum. Bir çok spiritüel grupta bulundum ancak çoğu sadece ruhla oynayarak vakit geçiriyorlar. Bazı arkadaşlarım bu oyunlardan zarar gördüler.  Oradan buradan bir şeyler toplayarak zihnime yön verebilir hale geldim ancak tüm yapabildiğim bundan ibaret.”

Carol bir grup yerli Amerikalılarla katıldığı bir toplantıyı anımsadı. “Benim de yerli kökenden olduğumu hissettiler ve onlara katılmam için beni davet ettiler. Bu hisse görünüşümden değil de içimdeki ruhu hissederek ulaşmışlardı. Amerika yerlisi şef, içinde ışığın göründüğü tüm güçlere sahip bir hanımın doğudan geleceğini söylemişti. Amerika’nın hastalığınnı iyileştirmek için ilacı olacaktı. Beyaz Bufalo’nun İlahi işaretleri, Sioux halkına onun yeni milenyumun şafağından önce geleceğini anlatmışlardı.” “Canajourharie nerede?”

“Yerli şef oranı Amerika’nın kuzeyinde kutsal bir yerli toprağı olduğunu söylemişti.”

Tom ve Veronica göz göze geldiler. Akıllarından aynı şey geçiyordu.

“Merak ediyorum.” , diye fısıldadı Tom.

“Neyi?”

“Cabella’daki ayı,  Anne’den bahsediyor olabilirler mi?”. Hepsi omurgaları boyunca bir serinliğin yükseldiğini ve serin bir esintinin ellerinde dolaştığını hissettiler.  Düşüncesizdiler. Başlarının üzerinde bir gücün yükseldiğini ve onları birbirlerine bağladığını hissettiler. Ayrılmaz oldular, birisindeki küçük bir hareket, kısacık bir düşünce, en ufak bir duygu değişikliği bile bir diğerinin üzerinde yansıyordu.  Tamamen şeffaflaştılar. Bu şeffaflık içerisinde gizli düşünceler için saklanacak bir yer yoktu. Veronica, Carol’ın kalbinde  bir korku ürpertisinin yükseldiğini fark etti, Carol’a desteğini verdi ve korku sakinleşti. Tom huzursuzlaşıyordu ve Veronica dikkatini ona koyarak onu yeryüzüne geri getirdi ve Tom sakinleşti. Çeyrek saat boyunca bu neşeli boşluk içerisinde kaldılar. Telefonun çalmasıyla sessizlik delindi. Tom ve Carol kendilerini ayırdılar ve Veronica’ya yaptıkları ziyaretten son derece neşe içinde kapıdan dışarı süzüldüler.

Veronica uykuya dalabilmek için fazlasıyla coşkun bir ruh halindeydi. Zihninde Cabella’daki ziyarete geri döndü ve meydandaki Hintli adama teşekkür titreşimleri gönderdi.  Yavaşça gevşedi. Rüyalarından büyük zevk aldı. Uçak kalkıyordu ve kokpitte pilotla beraberdi, pilot yolu kaybetmişti ve Veronica aşağıda tanıdık bir nirengi noktası arıyordu ama uçak ilerlemeye devam etti. İngiltere üzerinde uçuyorlardı, aşağıya baktığında Jersey ineklerinin yeşil İngiliz çayırlarında tembelce otladıklarını gördü. Aşağıdaki yolda bir araba devrildi ve genç bir oğlan arabadan dışarıya uçtu. Dik bir yokuşa düştü ve bilinçiz bir şekilde orada kaldı. Beyaz bir arabadan çıkan beyaz sariler içerisinde bir hanım çocuğu kaldırdı. Onu sevecenlikle kollarına aldı ve nazikçe okşadıktan sonra yola bırakarak yoluna devam etti.

Veronica ertesi sabah tatil havasında uyandı ve kendisini yatakta kahve ile şımatmaya karar verdi.  Annesi ona gazete ile kahve getirdi. Sayfaları çevire çevire dış haberlere geldi. Birden donakaldı. Tüyleri diken diken oldu. Başlıkta “Bath’da, on beş yaşındaki erkek çocuk beyaz sari içindeki bir hanım tarafından mucizevi bir şekilde kurtarıldı.”

Veronica çabucak detayları okudu ve yatağından dışarı fırladı. Telefonunu kaptı ve İngiltere’deki arkadaşı Helen’i aradı. “Merhaba Helen, ben Veronica. Nasılsın? Dinle, bu günün Telegraph gazetesinde beyaz sari içindeki bir hanım tarafından kurtarılmış on beş yaşındaki bir çocukla ilgili bir haber var.”

“Evet, Hint kıyafeti, sari deniyor.” “Anladım.”

“Evet, bana bir iyilik yapıp çocuğun adresini bulabilir misin?”

“Tamam.”

“Çok teşekkür ederim, ilk uçakla orada olacağım.”

Veronica United havayollarını aradı, “merhaba, ben Veronica Johnston, Londra’ya giden ilk uçakta görevli olmak istiyordum.” “Özül dilerim hanımefendi ancak önümüzdeki cumaya dek görev dağılımı yapıldı.”

Veronica British Airways’in  geçe uçuşuyla Heathrow’a gitmeye karar verdi. Çabucak rezervasyonlarını yaptı, hikayenin aslına inmek için büyük bir merak duyuyordu. Bir kaç kıyafet tıkıştırıp seyahat çantasını kapattı. Bazı sebeplerden annesine acele seyahatinin sebeplerini açıklayamazdı. “Anne, söylemeyi unuttum, bu akşam Londra’ya gitmem gerekiyor. Az önce bir çağrı telefonu aldım.”

Annesi de sırlarını saklardı. Doktoru göğüs kanserinden şüpheleniyordu. Veronica’ya anlatmak istememişti. Bir kadının kalbinde gömülü, katlanılması gereken çok fazla sır vardır. Anne, Alman göçmen silsilesine dahildi. Savaş sırasında kocasıyla tanıştığı sırada bir opera şarkıcısıydı.  İleride kendisinin eşi olacak adam ise Avrupa’da görev yapan Amerikalı bir onbaşıydı. Amerikan askerlerinin Alman kızlarla görüşmelerine izin verilmiyordu. Savaş bürosu izinleri kaldırmıştı. Savaş sona erene dek beklemeye karar verdiler. Savaş ise sürüp gidiyordu. İş arkadaşları onları ikna etmeye çalıştılar ancak aşk karşıtlıktan beslenen garip bir paradokstur ve mücadele ettikçe güçlenir. Büyük risk altında buluşmak için hiç bir fırsatı kaçırmadılar. Genç adam evine gönderilmişti. Bir kaç yıl boyunca ondan hiç bir haber gelmedi. Umudunu kaybetmişti. Arkadaşlarından sevgilisi hakkında haber almaya çalışıyordu ama zamanla onlar da kendilerini geri çekmeye başladılar. Alman bir casus olduğu yönünde çok sayıda dedikodu vardı. Telefonu ve postaları engelleniyordu ancak saf bir kalbe sahip olunduğunda, sevginin kendi iletişim yöntemleri vardır. Umut masumiyetten beslenir ve cesaret verir. Savaş bittiğinde genç adam ordudan ayrıldı. Evlendiler ve Manhattan’a taşındılar. J.C. Penney ile bir iş buldu. Bir yıl sonra da Veonica doğmuştu. O da Manhattan’ın batısında büyüdü.

Bölüm 4

Veronica Heatrow’dan Helen’in Ealing’teki dairesine gitmek için metroya bindi. Birbirlerini gördüklerine çok mutluydular. Helen Londra Tiyatrosu’na katılana dek okulda beraberlerdi. Helen gazetenin ofisini aramış ve beyaz sarili hanım tarafından kurtarılan onbeş yaşındaki çocuğun adresine ulaşmıştı. Veronica’nın iki günlük izni vardı ve kaybedecek zaman yoktu. Adres Bath’daydı, 10.30 trenini yakaladı ve o yeri buldu. Gregoryen üslupta eski, beyaz bir binanın önünde durdu, kalbi gümbür gümbür çarparak zili çaldı. Kapıyı yaşlıca, büyük olasılıkla çocuğun annesi olan bir bayan açtı. Veronica gazete makalesini gösterdi ve haberdeki çocuğun onun oğlu mu olduğunu sordu. “Evet, o benim oğlum, mucizevi bir şekilde kurtuldu, içeri buyrun.”

Oğlu Andrew’u tanıttı. Andrew beş çocuğu içinde en genç olanıydı. Kızıl saçlarıyla hoş görünümlü bir çocuktu. Mahalledeki okula gidiyordu ve hevesli bir sanatçıydı. O gece arkadaşlarıyla birlikte eve dönüyordu. Sağanak vardı ve arabaları yola dökülmüş olan yağ nedeni ile kayarak savrulmuştu. Arkadaşı frene basmayı denediğinde, araba takla atmış ve o da dışarıya fırlamıştı. Sadece beyaz sari giyinmiş onu nazikçe okşayıp yola geri taşıyan hanımın güzel yüzünü anımsayabiliyordu. Teşekkür etmek için arkasını döndüğünde, beyaz bir mercedesin içinde uzaklaşıyordu.

“Onu daha önce görmüş müydün?”

“Hayır, daha önce hiç karşılaşmamıştım. Ne zaman beyaz sari içinde bir bayan görsem, umutla bakıyorum ama başkası oluyor.”

Veronica, Cabella’daki fotoğrafta gördüğü Anne’nin yüzünü tarif etti. Onun gülümsemesini unutamıyordu. Andrew onaylayarak başını salladı, omurgaları boyunca bir serinlik ve başlarını üzerinde serin bir esinti hissettiler. Veronica işareti tanıdı, Anne’den bahsediyorlardı. Andrew’a Anne’den ve Cabella’dan bahsetti, neşe gözyaşları yanaklarından aşağı yuvarlandı, Andrew’in kalbi  Anne’nin sevgisiyle doldu. Onunla tanışmayı çok arzuluyordu. Geç olmaya başlamıştı. Veronica ve Andrew, birbirlerini uzun süredir kaybetmiş kardeşler gibi birbirlerine sarıldılar. Veronica Annehakkında daha fazla şey öğrendiğinde ona yazmaya söz vererek ayrıldı. Oakland’a akşam uçuşunu yakalayabilmek için çok geçti. Veroica akşamı Helen ile geçirmeye karar verdi. Helen erkek arkadaşı ile bir şeyler içiyordu. Onları tanıştırdı. Allen tiyatro yönetmeniydi ve sonraki hafta grubu ile birlikte bir gösteri için Broadway’a gidiyordu. Yeni kontrat onları heyecanlandırmıştı ve tabi ki Manhattan’daki düzenlemeler için yardıma ihtiyaçları olacaktı. Veronica birden kendini gerekli düzenlemeleri yapmak için gönüllü olurken buldu. “Bir haftalığına izin alıp gruba yardım etmekten zevk duyarım.”

Helen ve Allen desteğine çok memnun oldular. Veronica o gün başından geçenleri anlattı. “Anne için gördüğüm rüya için Andrew’un onayını aldım. Onun kim olduğunu öğrenmek benim için çok önemli.” Carol’un ona anlattığı Amerika yerlilerinin kehanetinden bahsetti. Gözleri parladı ve yüzü ışıl ışıl oldu. Helen ve Allen içlerine dolan neşeyi hissettiler ve bu neşeyi hep beraber deneyimlediler. Bir hafiflik hissi tarafından uzaklara götürülmüş gibi hissettiler.  Düşüncesiz kaldılar ve birbirlerine çok yakın hissettiler. İletişim daha üst bir yoğunlukta, kelimeler olmaksızın devam etti. Birarada olmalarının sevgisinin tadını çıkarıyorlardı. Allen saatine baktı, geceyarısını geçmişti, Helen’e bir veda öpücüğü verdikten sonra ayrıldı. Veronica bulaşıklar için yardım etti ve Helen yatağı hazırlamak için kanepeyi çekti.

Bölüm 5

New York paparazileri Allen’a fazla yüklenmiyorlardı, hatta daha ziyade yardıma hazırlardı. Allen’ın oyunu tam bir başarı yakalamıştı, bir eleştirmen oyunu Tony Ödülü için tavsiye bile etmişti. To beat it up Allen’s agent had thrown a big splash. Allen Veronica’yı çevredekilerle tanıştırdı.  Çoğu Broadway ahalisiydi, bir grup Tony Ödülü’nden bahsediyordu. “Yeni bir Amerikan oyun yazarı nesli başarılara imza atıyor, mesela Warren Leigh. Yeni oyunu ‘Side Man’ ile Tony’yi evine götürdü. Frank Wood da yılgın caz müzisyeni rolinde süperdi.”

“Satıcının ölümü” oyununu gördünüz mü, Tony 4 ödül kazandı, Brian Dennehy kendisini aştı.”

Veronica başka bir gruba yöneldi, Tom Christophers’ın son resimlerinden bahsediyorlardı.

“Adam şehrin nabzını yakaladı. Onun elektrik kılıcını resmediyor. Caddenin camekanlarına yepyeni bir enerji yüklüyor. Rupert Murdock ona Fox TV’nin merkez binası için dev bir duvara resim işi vermiş.” Konuşmacı gitgide daha fazla heyecanlanıyordu. “Lexington’daki Tom Beuys’u gördünüz mü? Belediye Başkanı’nın ofisinde asılı.” Veronica adamın heyecana kapıldığını fark etti.  Tiyatral görünümlü, orta yaşlı bir adamdı. Her konuştuğunda gözlerinden parıltılar saçılıyordu. Allen onları tanıştırdı.

“Arkadaşım Jonathan.” “Merhaba, nasılsın!”

Veronica onun yanında rahat hissetti ve Tom’la ilgili çılgın konuşmasıyla eğlendi. “Onun resimlerini seviyorum çünkü onun Manhattan sevgisini paylaşıyorum. Ne zaman şehir dışına çıksam dönüş zamanını iple çekiyorum. Şehirde hayat buluyorum.”

Müziğin sesi çok yüksekti, oda sigara dumanı ile dolmaya başlamıştı ve köşede duran bir grup kokain çekiyordu. Veronica tüm bunların titreşimlerini hissediyordu ve başı dönmeye başlamıştı. Biraz temiz hava almak için dışarı çıktı. Jonathan onun rahatsızlığını hissetti ve peşinden gitti, birlikte yürümeye karar verdiler. Ancak bir kaç blok öteye gitmişlerdi ki sağanak başladı. Küçük bir İtalyan lokantasına sığındılar. Yağmur devam ediyordu, Jonathan ise acıkmıştı, makarna sipariş ettiler.

“Ailen var mı?”

“İki oğlum var ama boşanma sürecindeyiz.”, dedi Jonathan.

“Ah, üzüldüm!”

“Aslında oldukça ferahlamış durumdayım. Çok farklı insanlarız, zıt, asla ne yaptığımı takip etmedi. Garip bir tip olduğumu biliyorum. Ne yaptığımı sorardı, ben de bir şeyler belli oldukça anlatırdım, bilmesine izin verirdim. Oysa çıldırmış ve kafayı çöplere takmış olduğumu düşünürdü.”

“Çöp?”

“Eski eşyaları topluyorum gibi bir şey, beni “Dev Torbalı Sıçan” diye çağırırlar. Bu tamamen köklerimle ilgili bir durum, tüm hayatım önümden akıp gitti. Amerika’nın kroniklerini oluşturmak için bir çağrı hissettim, 20. yüzyılı. Bu, sıradan insanlar için bir müze oluşturma rüyamın başlangıcıydı. Amerika’nın savaş sonrası tüketimini yansıtan geride kalmış eşyaları satın almaya karar verdim.  Eşyalar bir kültür olarak kim olduğumuza ışık tutuyorlar. İnsan üretimi bu eşyalar aracılığıyla bir toplum olarak kim olduğumuzu daha iyi tanımlayabilirim belki de. Bu ülkenin sosyal mozaiği, sorunları, umutları, haksızlıkları ile ilgili bu. Amerika’yı kutluyorum. Bayrak sallamayan vatanseverim. Yani, bir tür sosyal antropolojistim.”

“Eşyalarını nasıl seçiyorsun?”

“Onu görene kadar ne aradığımı bilmiyorum. Hislerimle, kendi değer kriterlerimle satın alıyorum. Asla yeniden boyanmış bir eşya ya da röprodüksiyon almam. Yüzey bütünlük içinde olmalı. Ayrıca, iyi de tasarlanmış ve teknolojik kabiliyet üzerinden sağduyulu bir dehayı yansıtmalı. Modadan etkilenmiş, popüler ürünlere bayılıyorum. Espri duyguma hitap edebilir ya da sadece kendiliğinden etkileyebilir beni. Asla marka almam. Daha çok tüketiciye yönelik ve kullanışlı eşyalarla ilgileniyorum, 1958’de moda olan Hulahop gibi absürd ve saçma şeyler olsalar bile.”

İkisi de kahkahalara boğuldular. Jontahan’la birlikte olmak eğlenceliydi.

“Eşyalarını genelde nerelerden alıyorsun peki?”

“Bit pazarlarında ava çıkıyorum, garaj satışlarında ve bazen de yerel antika dükkanlarında. Müzayedelere gitmem ama en iyi kelepirler kadınlar acele içinde bir evi ya da çatı arasını boşaltmaya çalıştıklarında oluyor -orijinal kutusunda bir Pink Mixmaster bulabiliyorum, tansiyonum düşüyor ve gevşeyiveriyorum, şu kadınları seviyorum. Hatıra eşyalarımın çoğu böyle yerlerden geliyor.

“Peki bu seni nereye götürüyor?”

“Bu benim için çok ciddi bir mesele. Vizyonumda gelince, oldukça odaklanmış durumdayım. Bu ülkenin gururunu geri kazanmaya ihtiyacı var. 20. yüzyıl Amerikan yaşam tarzının ilk arşivini tamamladım ve gerçekten muhteşem. 20. Yüzyıla olan nostalji Amerika’da yayılacak ve yeni milenyumda benim hizmetlerim için talebi ateşleyecek. Bir çok televizyon kanalı ver dergi sanki öncesinde saklanıyormuşum gibi beni keşfediyorlar. Önümüzdeki hafta Newyorker ile bir röportajım var.”

Yemek bitmişti. Jonathan ödemek için ısrar etti.

“Bir göz atmak ilgini çekerse sadece bir kaç blok ötede oturuyorum.”

Veronica tereddüt etti ancak merakına yenik düştü. Brodway in batısında altı odalı bir dairede oturuyordu. Ancak dairesinin her bir santimetresi binin üzerinde eşya ile sıkış tıkıştı. Bir odası eski mutfak eşyaları ile doluydu.

“Amerikan mutfağını geri satın almaya karar verdim, tıpkı tasarımcı Ralph Lauren’ın asker pantalonlarını ve eski kazakları alıp yeni bir şeymiş gibi tanıtması gibi. Aslında tasarımda yeni hiç bir şey yok. Şu dev patene bak. Denver’da bir pistten. 1950’lerde bir tür hudut işaretiydi ve tüm çocuklar ‘benimle dev pistte buluş’ derdi.  Büyük bir yemindi! Kim olduğumuza işaret ediyor.  Yörenin buz pisti annemle babamın tanıştığı yerdi, yol kenarı popüler kültürünün değerli bir parçası. Chevy’nden atlayıp doğruca mutfağa gider ve tekerleğin  yanında yemeğini yerdin. Elindeki tüm alet edavat 57 Chevy’ni asla terk etmemene imkan tanırdı. Annem yan koltukta oturmak için süslenip püslenirmiş. Babamsa Elvis gibi görünmeye başlamış. Tüm hayatın 57 Chevy olurdu.”

Cebine Sharon ismi işlenmiş fitilli kadifeden mavi bir ceketi çekip aldı. “Bu eşyaların ardındaki insaların kim olduğuna dair sonsuz bir merek duyuyorum. Bugün Sharon’un kim olduğunu öğrenmenin beni nasıl mutlu edeceğini anlatamam sana.”

Mutfak eski muz kutuları ile doluydu. Jonathan’ın duruma canı sıkıldı. Bir çay yapacak yer bile yok yoktu. Veronica ise eğleniyordu. “Amerika’nın 20. Yüzyıl okulunu kuran bir düşünür, bir kavram sanatçısıyım.” Veronica dinlemiyordu. Ertesi günü düüşünüyordu.

“Yarın için planın var mı?”

“Sadece babamın mezarına çiçek götürmek istiyorum.”

“Yarın boşum, istersen seni oraya arabayla götürebilirim.” “Sağ ol.”

“Görüşürüz…”

Bölüm 6

Veronica sıçrayarak uyandı. Babasının onunla iletişime geçmeye çalıştığına dair garip bir rüya görmüştü. Çok mutsuz görünüyordu. Babası bir trafik kazasında ölmüştü. Ani bir ölüm ve Veronica ile annesi için tam bir şoktu. Veronica babasını her düşündüğünde kalbinde derinlere inen bir acı hissederdi. Büyük olasılıkla mezarlığa gitmeyi düşündüğü için için zihni babasının hatıralarını aklına getirerek sürükleniyordu.  Kendisini son derece rahatsız hissediyordu ve Jonathan’ı gördüğüne çok sevindi. Veonica babasının en sevdiği nergislerden bir demet topladı ama içinde babasının ruhun huzur içinde olmadığına dair rahatsızlık verici bir his vardı. Çiçekleri yere koymak için eğildiğinde sol tarafının ağırlaştığını hissetti. O kadar mecalsizdi ki doğrulmak için Jonathan’ın yardımına ihtiyaç duydu. Başı dönüyordu, Jonathan arabaya gitmesine yardım etti. Yeşil bir parka doğru gittiler. Jonathan’dan arabayı durdurmasını istedi ve Toprak Ana üzerinde oturmayı arzuladı. Toprağa oturmuş, iki ellerini yere koyarak Toprak Anneye negatif enerjilerini emmesi için dua eden Cabella’daki grubu anımsadı. Babasının içine girmeye çalışan bulanık bir görütüsü gözünün önünden geçti. Yavaş yavaş Toprak Anne ile olan iletişimi başladı, yeryüzü bir anda canlandı, sol tarafından bir vibrasyon akımı tüm yükü dağıtarak geçti. Zihnini temizleyen bir serinlik omurgası boyunca yükseldi. Hafif ve rahatlamış hissetti. Yüzü normale döndü, şaşkınlık içinde onu seyreden Jonathan’a gülümsedi.

“Uçaktaki Hintli bir adam içimdeki enerjiyi yükselttiğinden bu yana omurgamda yükselen bir serinlik ve dikkatimi koyduğumda başımın üzerinde bir esinti hissediyorum. Serin esinti her şeyi alıp götürüyor. Onunlayken huzur içnde ve gençleşmiş hissediyorum.” Jonathan’ı denemesi için cesaretlendirdi. Bir an için içindeki bir şey karşı koydu ama sonra Jonathan da yere oturdu.

“Hissediyorum, hissediyorum!” , diye bağırdı.

Gözlerini açtı ve Veronica’nın gözlerindeki ışıkla karşılaştı. Gözleri düşüncesiz farkındalıkla buluştu ve her insanın içindeki dokunmayı bekleyerek akan gizli güzellikle neşeyle doldular. Şefkat dolu yeni bağlantının tadını çıkardılar, bu bağlantı aralarındaki bağı güçlendirdi ve içlerindeki dipsiz kuyuyu doldurdu. Yeni bağlantının içinde geçmişteki tüm acılar ve kederli olaylar çözünüp kayboldular. Bağlantı yayılmayı sürdürdü, incir ağacı, toprak, Jonathan, Veronica ve aralarındaki kurt köpeği bağlanmışlardı. Herkesle bağlantıya geçebilecek güce sahiplerdi. Çok kolay görünüyordu çünkü bağlantıya gölge düşürecek bir akıl ya da akışına engel olacak bir zihin yoktu. Brooklyn Köprüsü üzerindeki marato yarışı sona ermişti. Jonathan’ın zihni kapalı konumdaydı ancak yine de her şeyin farkındaydı.  Kolektif farkındalık okyanusuna dökülen bir koşulsuz sevgi nehrinin yumuşak akışıydı. Yanaklarından aşağı mutluluk gözyaşları yuvarlandı, öyle neşeliydiler ki…

Öğle yemeği için zevkli bir Portekiz restaurantında durdular, ev yemekleri yapan Portekiz bir çift tarafından işletiliyordu. Menü sarımsaklı ekmekle balkabağı çorbası ve Porto şarabında pişirilmiş tavuktan oluşuyordu. Jonathan votka-portakal sipariş etti. Veronica’nın canı çekmedi. Cabella’dan döndüğünden bu yana sert içkilere iştahı yoktu. Portekizli çiftle sohbet ettiler. Başlangıçlar servis edildi. Evliliklerdeki yozlaşmadan yakınıyordu. “Yüzde kırk oranla evlilikler başarısız oluyor. Evli çiftler arasında mutluluğun da kurumaya yüz tuttuğu söyleniyor. Yüzde otuz yedinin mutsuz olduğu tahmin ediliyor. Bu ülkede her şey satın alınabilir, mutluluk hariç. Geldiğim yerde, aile mutluluğu her şeyden önce gelir.”

Jonathan onlara son keşifinden bahsediyordu.

“Kadın tavan arasını boşaltıyordu ve kızının beşiğini çöpe attı. Orada uyuklayan bir Barbie bebek buldum” kahkahalara boğuldular.”

“Size söylüyorum, Barbie bebek modern zamanların ikonudur. Eşler Barbie’nin sahip olduğu her şeyi istiyorlar, hatta onun kullandığı model arabayı isteyenler bile var.” Kahkahalar devam etti.

“Bu ülkede Barbie adı ile her şeyi satabilirsin.” Jonathan istediği yere değinmişti. Herkes onaylayarak başını salladı. Portekizli hanım ilginç tatlılar getirdi,  Portekiz tartları ve meyveli paylar vardı. Eşi ise Japonya’daki artan intihar oranları hakkında endişeliydi, “Geçen seneki bir olayda, üç işadamı bir oda kiralamış, son bir içkiyi paylaşıp kendilerini asmışlar. Geçenlerdeyse bir yangın sigortası şirketinin bir çalışanı, erken emekliliğe zorlandığı için kendini şirket müdürünün odasında bıçaklamış.”

Jonathan, “Ancak intihar rekoru hala Finlandiya’da ve yaşlıları seks yapmaya özendirmek için seks festivali düzenliyorlar”,dedi.

“Çıldırmışlar!”, dedi öfkeyle Portekizli hanım.

Jonathan hesabı ödedi ve Veronica’yı Kennedy Havalimanı’na bıraktı. Çok özel bir deneyimi paylaşmışlardı. Deneyimleri farkındalıklarına kalıcı bir damga vurmuştu. Artık geriye dönüş olmadığını kesin olarak biliyorlardı. Farkındalıkları yeni sınırlar aşarak iç dönüşümlerini ateşlemişti.  Etraflarını farklı şekilde görmeye başlıyorlardı ve yepyeni bir farkındalığın krallığı, yeniden doğuyorlarmış gibi önlerinde uzanıyordu. Önlerinde ne olduğunu bilmiyorlardı ama fark etmezdi çünkü hiç bir korku yoktu. Kendilerini tamamen besleyici ve içlerini dolduran bir koşulsuz sevgi ekseniyle uyum içine girerken buldular.

Bölüm 7

Veronica, annesine mezarlıkta deneyimlediği garip hissi tarif etti. Bir anlığına annesi ile arasına girip kaybolan bir gölge gördüğünü sandı. Annesinin gözleri kedi gibi büyüdü. Sol tarafı yine ağırlaşıyordu.  Kafasından annesi ile babası arasında, mezarlıkta babası ile kendisi arasında deneyimlediğine benzer bir bağlantı olabileceği düşüncesi geçti.  Bağlantı Toprak Anneye oturduğu anda aniden kesilivermişti. Geç saatlere dek sohbet ettiler. “Anne, New York’ta hoş biriyle tanıştım. Karısı, ne yaptığını anlayamadığı için onu terk etmiş.”

“Ne ile meşgul olduğuna dair bir fikrin var sanırım?”

“Öyle sanıyorum. Çok nazik ve sevecen birisi, önemli olan da bu.”

“Bir erkek geçimini sağlamak zorundadır.”

“Galiba”

“Her hangi bir ilgi?”

“Şüpheli”, diyerek kıkırdadı Veronica, “Barbie bebeklerin yeni ikonumuz olduğunu söylüyor!”.  Sabah Moskova’ya uçuşu vardı ve yorgunluktan bitkin düşmüştü.

Moskov Temmuz’da alışılmadık derecede sıcaktı. Veronica seyahatllerinde tanıştığı Rus arkadaşlarını severdi. O kadar mütevazi insanlardı ki. Sergei ve Ludmila ona gerçekten çok bağlılardı. Onun tasasız Amerikan tarzından ve açık kalpliliğinden çok hoşlanıyorlardı.  Sergei sanatçıydı. Ahşap kutuların üzerine zarif minyatürler işler, sonra da bunları parlak bir vernik tabakasıyla örterdi. Hediyelik eşya dükkanlarında oldukça iyi satılıyorlardı. Ludmila ise Bolşoy tiyatrosu’nda opera sanatçısıydı.  Bu durum ona seyahat etme imkanı tanıyordu. Viyana Senfoni Topluluğu’ndan çok kez teklif almıştı ancak Sergeri Rusya’yı terk etmek istemiyordu. Zorlukları dert etmiyordu ama kalbi Rus idi. “Buranın mevsimlerini seviyorum. Sonbaharda ağaçlar renk değiştiriyor, havadaki dinçleştirici ayazın tadı dudaklarıma şarap gibi geliyor. Kışın paltomdan düşen kar tanelerini çok seviyorum ve bahar geldiğindeyse kırlar onbinlerce çiçekle doluyor, yaydıkları rayiha sevinçten uçuruyor beni.” Memleketi Togliatti hakkında bir şarkı mırıldanmaya başladı.

“Volga’nın suları, suların en safıdır.

Volga’nın sahilleri gibi yer yoktur.

Dağlarındaki yemişler en tatlısıdır.

Küçük köylerinde insanlarım,

Ki büyük kalpleri vardır.

Volga’ya gelen geri dönmez asla.

Ah Volga, ah Volga, seni seviyorum.”

Nostalji gözlerini yaşlarla doldurdu. İlk defa, Veronica bu insanların yaşadıkları toprakla aralarındaki bağı hissetti, o ise böyle bir memleket sevgisini hiç tatmamıştı. Yabancı ürünleri boykot eden, ilham verici bir aktivist olan genç arkadaşları Andrei’yi de davet etmişlerdi.

“Kendi el sanatlarımızı teşvik etmeliyiz, ülkemizde her şeyi üretebilirken neden Avrupa’nın çer çöpünü alalım ki.” Marksist değil ama bir vatanseverdi. Düzenli bir işi yoktu ve çoğunlukla arkadaşlarının desteğiyle idare ederdi.  Ancak bunun bir önemi yoktu. Rusya’nın insanları bir paylaşım kültürü içerisinde yetişmişlerdir. Arkadaşlarının sayesinde geçimini sağlıyor olmak büyük bir sorun teşkil etmez. Batıdan  geldiği için Veronica bu tavrrla ilgili hep sorun yaşıyordu. “Nasıl birisinin sırtından geçinilebilir?”

“Kolektiflik doğamızda var, ‘burası benim alanım’ şeklinde ifade edilen mülkiyet fikri bize tamamen yabancı bir şey. Çok fakir insanlarız. Kimi zaman yemeğimiz dahi olmuyor. Ama olan azıcık şeyi de paylaşıyoruz. Paylaşmak ruhumuzu besliyor” ,diye yanıtladı Sergei.

“Ülkeniz bir süper güçtü ama şimdi insanların yemek alacak parası dahi yok. Değişen neydi?”, diye sordu Veronica.

“Dünya’nın en zengin kaynaklarına sahibiz ancak mafya ya paralel bir hükümet yönetimde.  İş adamlarından koruma parası gasp edip, hükümet kaynaklarını hortumluyorlar. Benim şehrimde, insanlar  iki yıldır maaş almıyorlar, hükümet maaşları gönderiyor ancak mafya zimmetine geçiriyor.”

“Togliatti’de Fiat grubu Lada’nın üretimini yapıyor. Arabayı teslim aldıktan sonra fabrikadan dışarıya sürdüm. Yolun iki kilometre aşağısında mafya yol kesiyordu. Beş yüz ruble istediler, direndiğimde ise ön camımı kırmakla tehdit ettiler. Başka şansım yoktu.”

“Peki mafya kimlerden oluşuyor?”, diye sordu Veronica.

Temelde dağıtılmış KGB’nin sürgünleri denebilir. İspiyon konusunda eski kurtlar ve her şeyi bilirler. Komünist sistemin dağılmasından sonra oluşan boşlukta, uyanıklar kaslarını gerip kontrolü ele aldılar. Aralarından onları koruyacak bazılarının hükümette seçilmesini sağladılar. Poliste de adamları var.”

“Vay canına, kulağa Baba filmlerindeki mafya gibi geliyor!”, diye haykırdı Veronica.”

“Daha da kötüsü, herhangi bir etikleri yok. Gaddarca ateş ediyorlar, arkadaşımın arabasını zorla almaya çalıştılar, direndiğinde ise oracıkta vurdular. Polise ihbar ettik, hiç bir şey yapmadılar, çok geniş elmas ve altın kaynaklarımız var ancak hepsi mafya kartellerinin elinde. Dörtte biri bile hükümet hazinesine gitmiyor.”

“Gorbachov’un Sovyet Birliği’ni dağıtarak büyük bir çam devirdiğini düşünüyorum.  Önce alt yapıyı oluşturup, serbest pazarı aşamalı olarak yayması gerekirdi”, dedi Sergei öfkeyle.

Andrei’nin tepesi atmaya başlamıştı, “ Kimse Gorbachev’i anlamıyor. Eski rejimde KGB tüm güce sahipti, bütün ülkeyi terör ile yönetiyorlardı. Güçleri tamamen totaliterdi. Bir şekilde Gorbachev, Büyük Sovyet’teki gücü ele almayı başardı ve Sovyetler Birliği’ni KGB’nin zincirlerinden kurtarma fırsatını bulduğunda ise bu fırsatın üzerine atladı. Tanrı’dan gelen gerçek bir şanstı bu ve o da bunu değerlendirdi. Eski muhafızlar ve KGB buna asla izin vermezlerdi. Görmüyor musunuz, kendi ölüm haberlerini vermeyeceklerdi. Böylesine muazzam bir gücü gönüllü olarak bırakıp gidecek birisini düşünebiliyor musunuz? Güçlerini geri alabilmek için Gorbachev’e karşı bir darbe dahi düzenlediler.”

“Ama bunun çok büyük bir risk olduğunu düşünmüyor musun?”

“Almak zorunda olduğu bir riskti. KGB sürüsünün arka kapıdan geri girip, mafyayı yaratarak gücü geri alabileceğine dair en ufak bir fikri dahi yoktu. O zamanlarda böyle bir fikri kimsenin aklı almazdı. Yüzeydeki ekonomik ideolojilerle ve Perestroyka ile öylesine meşguldük ki, böyle şeyler aklımıza gelmezdi.”

“İnsanlar neden Gorbachev’i geri istemiyorlar?”

“O zaman için uygun adamdı. Şimdi ise ülkenin yeni bir cevhere ihtiyacı var, tıpkı Winston Churchill’in savaş zamanının adamı olup barışa uygun olmaması gibi.”

“Peki ülke neden yabancı yatırımlara çağrıda bulunmuyor?”

“Ah, öyle yaptık. Çok sayıda ortaklaşa yatırım girişimi avlanmaya geldi ancak mafya ile baş edemediler.

“Siz mafya ile nasıl baş ediyorsunuz?”

“Doğrudan bir çözümü yok. İlk önce güçlü bir başkan ve Duma için oy vermemiz gerekiyor. Böylece mafyanın hükümetteki kanatları kırpılmış olacak. Bunu mafya savaşları takip edecek.”

“Yani mafya Don’ları arasındaki sokak savaşlarını kast ediyorsun.”

“Belki, ama Adalet’in demir eli İtalya’da olduğu gibi mafya-politika bağını açığa çıkarabilir.”

Veronica sağ tarafının çok ısındığını hissedebiliyordu, serinleyebilmek için su içmeyi sürdürdü. “Çok iyimser görünüyorsun!”, yorumunu yaptı.

“Biz Ruslar, zorlukları aşmak konusunda muazzam bir kabiliyete sahibiz. Savaş sırasında elimizde hiç bir şey kalmamıştı ama yine de Almanlarla St.Petersburg’un her sokağında tahtalar, taşlar ve yumruklarımızla mücadele ettik.”

Veronica Alman kökenini düşündü ve biraz kızardı. “Ama St.Petersburg’u kurtaran şey Rusya kışıydı.”

“Rusya kışı değildi”, diye patladı Andrei, “Rus ruhuydu.”

Herkes sessizleşti. Ludmilla konuyu değiştirerek sessizliği dağıtmaya çalıştı, “yemek hazır”, patates salatasıyla Kiev usülü tavuk yapmıştı, ekmek kırıntısı ile kaplanmış ve tereyağı ile doldurulmuş özel bir tavuk yemeğiydi. Stephane onun bu jestinden çok duygulanmıştı. Ona bu ikramı sunmak için ne kadar para biriktirmiş olmaları gerektiğini biliyordu. Yolculuktan biraz şarap getirmişti ama erkekler çoğunlukla votka içtiler. Yemek sırasında yeniden canlandılar.  Sergei ailesinin Dacha’sından bahsediyordu. Oradan güneşte kurutulmuş lezzetli domatesler ve kereviz göndermişlerdi. “Önümüzdeki hafta Dacha’yı ziyeret etmek için sabırsızlanıyorum.”

“Nasıl ulaşılıyor?”

“Vckzalnaya’ya kadar trene binip sonrasında da yedi kilometre yürüyorum.”

“Ailen çalışıyor mu?”

“Babam mühendis ama sadece ırgat olarak iş buldu. Annemse doktor.”

“Doktorlar iyi maaş alıyorlar mı?”

“Maaşları arasında pek bir fark yok. Bir doktor altmış ile yüz dolar arası kazanabiliyor. Ama idare ediyorlar. Kendi daireleri var. Hafta sonlarıysa Dacha’da çalışmayı seviyorlar. Her pazar annem kiliseye gider.”

“Kilise?”

“Kendi Rus Ortodoks Kilise’miz var.”

“Komünizm zamanında Tanrı’ya inanmadığınızı sanıyordum.”

“Bu sadece manevi izdüşümüydü. Tanrı’yı nasıl unutabilirsin ki? Meryem’e yüzyıllarca ibadet ettik. Rus ruhunun bir parçasıdır o. Sanatımıza, müziğimize ve miras aldığımız mozaiğe işledi. Lenin bizi yeni bir düşünüş şekline sürükledi.  Denemeye değer bir şeydi, diğer her şeyin rafa kaldırılmasını gerektiriyordu. Ancak bu deneyimiz şimdi sona erdi, normale döndük. Tanrı’yı kalbimizde taşıyoruz, insanlar mutlak doğrunun bilgisi için açlık içindeler.”

Veronica Cabella’daki deneyimini anlattı. Daha fazlasını öğrenmek için çok istekliydiler. “Ayakkabılarınızı çıkarın, dikkatinizi başınızın üzerine koyun.” Veronica gözlerini kapattı ve meditasyon yaptı. Omurgası boyunca bir serinlik yükseldi ve bir esinti başının üzerinde gezindi. Son derece rahatlamış hissetti.

“Başınızın üzerindeki serin esintiyi hissediyor musunuz?”

Kafa salladılar. Sergei ve Ludmilla adeta kendilerinden geçmişlerdi,  gözlderinin içi gülüyordu. Andrei serin esintiyi hissetmişti ancak bir sürü sorusu vardı, “Mantıklı bir açıklamaya ihtiyacım var.”

“Ama ruh aklın, mantığın ve beynin ötesinde bir şey. Madem bunu deneyimliyorsun, neden bir de aklî hale getirmek istiyorsun ki?”

“Ben bunu almıyorum. Her şeyin kanıtlanması gerekir.”

“Pudingin kanıtı yenmesinde yatar, şimdi pudinge sahipsin ancak onun tarifini istiyorsun. Tarif sana bir zevk veremez ki.”

Sergei bir başka hararetli tartışmanın doğmak üzere olduğunu hissetti. Boş vermesi için Veronica’yı dürttü. Ludmilla ise siyah çay getirdi. Ev yapımı böğürtlen reçelini şeker yerine kullandılar ve konu darbeye geldi. Sergei, durum çok hassastı, o gece uyuyamadık. Ordu her yerdeydi. Caddelerde barikatlar vardı. Yollar tanklarla doluydu. Yabancılar şehri terk etmeye çalışıyorlardı. Havalimanı tam bir keşmekeş içindeydi. İngiliz bir adam ise dirseklerine maruz kaldığı insanlar ‘pardon’ demeyi unuttukları için çok sinirliydi.”

Bunun üzerine herkes kahkahalara boğuldu. Yabancılarla, özellikle de İngilizlerle ilgili şakalardan çok hoşlanırlardı.

“Otelde iki amazon hayat kadının, lobide İngiliz bir adamı kovaladığını gördüm. İngiliz hayatı için koşuyor, onlar da onu kovalıyorlardı.  Koridorun sonunda bir oda buldu, kapıyı açtı ve kendini içeri kilitledi, iki gün boyunca dışarı çıkmadı.” Gülmekten kırıldılar.

Veronica annesine bir doğum günü hediyesi alması gerektiğini hatırladı. Aceleyle bardağın dibindeki böğürtlen reçelinin tadına baktı ve herkesle vedalaştı. Andrei’ye el salladı.

Caddeler Puşkin’in posterleriyle doluydu. Ruslar Puşkin’in ikiyüzüncü yaşını kutluyorlardı. Bir kaç yıl önce eserini okuduğunu hatırladı. Akşam oldukça hoştu, Moskova’da rahat bir hava vardı. Caddeler renkli ışıklar ve bayraklarla donatılmıştı. İnsanlar cana yakın görünüyor ve gülümsüyorlardı, keyifle Moskova’nın tadını çıkarırken buldu kendini.  Gum’da eski bir mağazaya adım attı. Ruslar enfes çay takımları yapmışlardı. İçgüdüsel olarak kobalt ve altın bir seti eline aldı.  Kobaltta sabah çayı annesinin çok hoşuna gidecekti!

Bölüm 8

Tom ve Carol Silikon Vadisi’nde bir seminerden, Veronica’nın annesinin doğum gününü kutlamak için gelmişlerdi. En iyi Kaliforniya üzümleriyle dolu bir sepet getirmişlerdi. Annesi çok derinden etkilenmişti. Aslında yaşı ilerlemiş Amerikalıların yanında,  böylesine sevildiği ve ilgilenildiği için şanslı sayılırdı. Diğerkâm doğasıyla ilgili bir durumdu bu. Kendisi için değil başkaları için yaşardı,. Asla şikayet etmezdi, kanserinden kimseye bahsetmemişti. Her şeyden haberdar olmaya çalışır ve diğer insanlarla çok samimi bir şekilde ilgilenirdi, hatta onlara yardımcı olabilmek için çok büyük mesafeler kat edebilirdi.

“Anne, gençleşiyorsun!” diyerek onu öptü Carol. Güldü, “Yaşımı seviyorum ve onu saklamak gibi bir arzum yok. Belli bir yaştan sonra, kadınlar saç boyaları, kırışık azaltıcı iksirler ve moda kıyafetlerle daha genç görünmeye çalışıyorlar. Ama elli yıl öncesinin laflarını kullanarak kendilerini ele veriyorlar, sanki hala hayattalarmış gibi uzun süre önce göçüp gitmiş aktörleri anarak, o çağın ruhunu taklit ediyorlar. İlk bakışta seni hayal kırıklığına uğratabilirler ama aslında içlerinde onlar da benimle aynı yaştalar, bu yaştayken daha genç görünmeyi arzulamak biraz saçma. Ama bu dediğime kulak ver, insan doksanında bile dinamik ve yaratıcı olabilir. Ruhum genç. Ruh yaşlanmaz. Doğuda ruhun ölmediğine inanıyorlar.

Kendi annem 96 yaşına dek yaşadı. Bavaria’da büyük bir aile şirketi vardı. Son gününe dek torunundan daha çok çalıştı. Karşısında kendimizden geçerdik. Ama şimdi Silikon vadisindedki seminerden bahsedelim. Nasıl geçti?”

“Oradaki insanlar harabeye dönmekteler. Bilgisayar ekranı karşısında geçirilen uzun saatler görmelerinde bulanıklık, ankilozik spondilit ve akut mental bozukluk gibi sorunlara yol açıyor.”

Carol devamını getirdi, “Küçük çocuklar para için ter içinde kaldılar ama teri silip geçtiler. Hatta bir tanesinin gözünde sürekli bilgisayara bakmaktan pembe lekeler çıktı.”

Tom açıkladı, “ İnsan aynı anda ekrana sabitlenip elleriyle çalıştığında, hem stres hem de gözlerde kasılma ortaya çıkıyor.”

“Seminer verimli miydi?”, diye sordu Veronica.

“Önlemler üzerine uzun uzadıya konuştuk, benim konum müzik yoluyla rahatlamaydı. İnsanın çalışırken arada bir kısa molalar verip karanlık bir odada hafif müzik dinlemesi gerekiyor. Böylece sinirler rahatlıyor.”

Veronica kendi yaptığı meditasyon türünün doğrudan rahatlama sağlayabileceğini biliyordu ama daha fazlasını öğrenmesi gerekiyordu. Onlara Moskova seyahatinden bahsetti. “Bir kültür rönesansı geçirdiklerini düşünüyorum.”

Telefon çaldı.

“Merhaba”

“Ben Jonathan, körfezde dolanıyorum.”

“Buraya gel.”

“Yarın L.A.’e gidiyorum, katılmak istersen Doğu Sahili otobanından gidebiliriz.”

Veronica bir snaiyeliğine düşündü. İlginç olabilirdi, “Harika!”

“Yarın dokuzda görüşürüz.”

“Görüşürüz!”

Veronica Tom ve Carol’a Jonathan’dan bahsetti. “Yirminci yüzyıl Amerikan yaşam tarzı koleksiyonuna ev sahipliği yapacak bir müze açmak istiyor.  İnanılmaz bir enerjisi ve harika bir espri anlayışı var. Birlikte vakit geçirmesi çok eğlenceli bir adam ama koleksiyonu konusunda tamamen kaçık. Onları geleceğin ikonları olarak düşünüyor. Bir dostun düşüne kendilerini feda edebilecek ender insanlardan, öyle saf ki.”

Carol sorgulayan bakışlar attı.

Veronica güldü. “Bana kadınlardan hoşlandığını ama kadın kıyafetleri içindeki erkekleri tercih etmediğini söyledi.”

Carol antenlerini düşürdü.

Çay Rus malı kobalt çay seti içinde servis edildi. Carol, bir fincanı kaldırırak haykırdı “Ne kadar güzeller!”

Buğday krakerleri üzerinde Rus havyarı sürüldü.

“Ruslar hakkında ne keşfettim biliyor musunuz, bu kadar odaklanmış olmalarının sebebi, vatanseverlik ya da ideoloji gibi yaşama sebeplerinin olması. Oysa bizim dikkatlerimiz maddeciliğe öylesine gömülmüş ki bir amaca kendimizi veremiyoruz, ne demek istediğimi biliyorsunuz.”

“Sanırım”, dedi Tom.

Herkes, enfes karaorman pastasına yoğunlaşmıştı. Annesi doğum günü mumu istememişti. Sevdiklerinden ve yakınlarından gelen sevginin ışığıyla dolmuştu içi.  Veronica ve annesi iskeleye gittiler. Teknelerin ışıkları, suyun üzerinden balıkçı barınağının siluetine yansıyordu. Hava serinceydi. Annesi Veronica’yı kanseri konusunda hazırlamak istiyordu, “Geçen gün Doktor Goodheart’ı gördüm, bir kaç test için bir süreliğine hastanede kalmamı önerdi. Ciddi bir şey yokmuş, sadece rutin testler.” Annesi onun için çok değerliydi. Uzun bir süre boyunca el ele tutuştular ve annelerle kızlarının yaratılıştan bu yana paylaştığı bağın tadını çıkardılar.

Bölüm 9

Jonathan, saat dokuzda Veronica’yı aldı. Bereketli Kaliforniye bağları ile kaplı yemyeşil tepeleri geçtiler. Jonathan müzik açtı. Veronica’nın hoşuna gitmişti, “Bu harika!”

“Yanni, Taj Mahal’in önünde çalan bir besteci.”

 “Program nedir?”

“Belli bir programım yok, çiftlik satışlarına bakmaya ne dersin?”

 “Ne almak istiyorsun?”

“Alacağım şey benimle konuşur. Bu bir aşk meselesi, bir tutku.”

Bir şişe kola almak için bir bakkalın önünde durdu. “Şu bakkala bir bak. Bu dükkan ve buzdolabın popüler kültürün müzeleri. Sıradan insanın dehasını, onun yaratıcılığını ortaya koyacak bir müze açmak istiyorum. Şu kül tablasına bir bak, savaş zamanında askerler tarafından boş fişek ve mermi kovanlarından yapılmış.”

Bir tabeladaki ‘garaj satışı’ yazısını gösterdikten sonra eski bir çiftliğe kadar işareti takip etti. Tek yöne odaklanmış zihni mekanı hızlıca taradı ve arabaya geri döndü.

“Bana bir şey ifade etmedi. Tüccarlar çoktan ortalığı talan etmişler. Tüccarlardan nefret ediyorum” , diye söylendi.

İki saat sonra bir bit pazarında durdular. Yılların alışveriş antrenmanıyla gözleri bir uçtan öbür uca taradı alanı. İz üstünde bir köpek gibi, istediği şeyleri kokluyordu. Süs eşyaları, ıvır zıvırlar, model trenler, kağıt ağırlıkları,  bir milyoncu oyuncakları, elektrikli beslenme çantaları ve özellikle kadınlar için tasarlanmış ev eşyaları arasından yolunu açtı. Çocuksu bir sırıtışla aydınlandı yüzü aydınlandı, nadide bir ‘Silver Streak’  payreks ütü bulmuştu. Mücevhere benzeyen bu ütüler ikinci dünya savaşı sırasında metal bulunamadığı için camdan üretilmişlerdi. “Sotheby’s buna ne derdi! Bir parçaya 500$ nasıl kötü sonuçlanabilir ki?”

Başka bir tezgahta kullanılmış konserve kutularından lehimlenerek yapılmış müzik aletlerini işaret etti.  “Bu, fakirlik karşısındaki Amerikan becerisinin bir örneği.”

El çantalarını işaret ederek, “ Bunlarsa hapishanedeki mahkumlar tarafından binlerce sigara paketinden titizlikle dokunmuşlar. Atık paket ve bir sürü boş zamanın nasıl ilham verebileceğini gösteriyor.”

İçine şişirilebilir yüzme havuzu sıkıştırılmış bir bavulu kaldırdı. “Savaş sonrasında Amerikalılar kırsaldaki evlerini, türlü alet ve işten kazanç sağlayan gereçlerle, temel ihtiyaç ürünleriyle doldurdular. Kapıdan kapıya gezen satıcılar zemin üstü havuzlarını bavullarında taşıyıp, evin erkeğinin orada olmadığından emin oldukları anda kapıyı çalarlardı. Böylece evin hanımının sattıklarını almasını sağlarlardı.” Veronica,  Jonathan’ın doğaçlama bir şekilde birbirine kattığı hikayeler karşısında kahkahalarını tutamıyordu. Başka bir tezgahta yıldırım hızıyla bir Heinz ketçap  ve Hershey’s çikolatalı süt telefonunu 20$’a kaptı. Ayrılırken, alışverişini ‘Tıpkı anneleri gibi’ görünmek isteyen küçük kızlar için yapılmış kabarık bir peruk aldı, tezgahtaki kadın ise ona Los Angeles’deki bir rock gösterisi için iki bilet hediye etti. “Torunum bunları bana verdi ama ölmüş durumdayım ve bu akşam L.A.’ye gidemeyeceğim.

Her şeyi Jonathan’ın Chevy’sinin bagajına yüklediler. Veronica kocaman gülümsemesinden ve parlayan gözlerinden, Jonathan’ın ne kadar memnun kalmış olduğunu görebiliyordu.

“Bu bir batak”, diyerek kıkırdadı Jonathan.  Harika hissediyordu ve eski bir melodi mırıldanmaya başladı. Tam bir çocuk gibiydi ve “Gitmek ister misin?”, diyerek biletleri salladı.

“Saat dokuzda Counting Crows konseri.”

“Yetişebilmek için hiç durmadan gitmek lazım.”

“Sadece gidelim de!”, diyerek  hızlanmaya başladı.

Zamanında oraya vardılar ama park alanları dolu olduğu için çeyrek saati arabayı park etmeye çalışmakla kaybettiler.

Grup en hareketli zamanındaydı. Tamamen dağıtmışlardı. Veronica bas gitariste yoğunlaştı. Kısa ama sağlam yapılı bir adamdı. Bir serinliğin omurgası boyunca yükseldiğini ve adamdan serin bir esintinin geldiğini hissedebiliyordu.  Belki de sadece saykodelik ışık ve sağır edici müzik bir halüsinasyon yaratıyordu.  Jonathan’ı kenara çekti ve bağırdı, “ Şu adamı görebiliyor musun, bas gitar çalan?”

Jonathan anında omurgasındaki serinliği ve güçlü serin esintiyi hissetti, “Vay canına, tam bir vibrasyon kaynağı.”

“Jonathan, onunla konuşmalıyım.”

Kalabalık adeta kıyamet koparıyordu. Adama ulaşabilmesinin hiç bir yolu yoktu. Birisinin ona Matt Malley diye seslendiğini duymuştu. Polisler grubun minibüse binmesine yardım ederken geçişlerini seyretti. Jonathan’dan hiç bir iz yoktu. Yarım saat sonra yüzünde çocuksu bir gülümsemeyle ortaya çıktı.

“Ayarladım!”

“Neyi ayarladın?”

“Matt Malley, guptayız!”

Arabaya binerlerken Jonathan açıklamaya koyuldu, “Bit pazarı içgüdülerim sayesinde , izleri takip edip ses teknisyenini buldum, yirmilerden kalma 40 tane orjinal gramafonum olduğunu söylediğimde ağzı açık kaldı. El yapımı antik müzik eşyaları koleksiyonu yapıyor. Ona bir kaç tanesini söz verdim. O da beni yarın gece Beverly Hills’teki grup partisine davet etti.” Veronica donakalmıştı ve gecenin içine büyük beklentilerle baktı.

Bölüm 10

Partinin en cıvcıvlı zamanıydı. Oda karanlıktı ve dans pistinde bir kaç çift vardı. Veronica gözlerini tamamen Joe’yu, sesçiyi bulmaya odakladı. Joe, New York Woodstock Festivali’99 dan henüz dönmüş bir grupla konuşuyordu.

Barış mumları yakıyorduk, birdenbire her yer cehenneme döndü, bir kaç insan devrilmiş bir arabayı ateşe vermişlerdi. Yanan arabadan esinlenen kimi gençler sahnenin etrafında masalar, çadır kumaşları, kutular, ne buldularsa onunla ateş yakmaya başladılar. Aslında oldukça korkutucuydu, yarı çıplak adamlar sürüsü bankamatikleri parçalayıp yağmalamaya çalışırken her yer alevler içinde kaldı.”

Siyah elbiseli kadın, “Kalabalık taşkınlığa katıldı, sahne ışıklarını ve hoparlör kulelerini devirdiler, şişeleri parçaladılar ve bir düzine kamyonu ateşe verdiler.”

Joe, Veronica’nın bakışlarını yakaladı. “Selam, gel gruba katıl, bu Veronica ve bu da Jonathan.”

Matt elinde portakal suyuyla göründü.  Joe, Veronica ve Jonathan’ı tanıttı.

“İşte Matt.”

“Size teşekkür etmek istedik, dün gece muhteşemdiniz!”, dedi Jonathan.

Matt mahcup olmuştu, iltifatlarla arası pek iyi değildi. Eşi güldü, “Görüyorsunuz, Matt çok utangaçtır, insanlar onu övdüklerinde saklanacak yer arar.”

Veronica işareti aldı, “aslında sizinle biraz daha kişisel bir şey hakkında konuşmak istemiştik.”

Matt, “Aydınlanmamı, Anne’den aldım. Aydınlanmadan sonra vibrosyanlar yayarız ve başkalarının vibrasyonlarını da hissedebiliriz. Bir ay önce Anne’yi Canajoharie’de gördüm. 75 milletten onu izleyenler, onun barış mesajının arayışında toplanmışlardı.”, diyerek cevap verdi.

“İçimizde huzur olmadığı sürece dünya barışına ulaşamayacağımızı söyledi.  İçimizde huzuru ise ancak omurgamızın sonunda yer alan, eskilerin Kundalini adını verdiği güç sayesinde sağlayabileceğimizi söyledi. Toplu olarak bu gücü içimizde uyandırdı ve hepimiz bunu hissettik. Başımızın üzerinde ve ellerimizde serin bir esinti oluştu. Bedenlerimiz gevşedi ve düşüncesiz farkındalık konumuna ulaştık. Muazzam bir sevgi ve neşenin kabararak kolektif bir sevecenliğe dönüşüşünü hissettik.  Birlikte huzur içindeydik ve başkalarına da huzur yayabiliyorduk. Ulaştığımız yeni farkındalık buydu. Bunu kendimizi ve başkalarını dönüştürmek için kullanabilirdik.

Bunun dikkatiniz yoluyla yayılan bir lazer gibi çalıştığını söyleyebiliriz. Mesela dikkatinizi negatif olana koyarsanız, Kundalini dikkatimizi aydınlatır ve kötüyü ifşa eder. Aydınlanmış bir dikkat,  süper bir bilgisayar gibi çalışır. Tüm veri ve bilgiler burada toplanır. Kundalinimiz aracılığıyla kolektif farkındalık şebekesine bağlanabiliriz çünkü o tıpkı bir alıcı gibidir ve ihtiyacımız olan tüm bilgiyi toplar. Aynı şekilde Kundalini’nin çalışması da çok açıktır. Göremediğimiz bir kanallar şebekesi ve elektromanyetik merkezler aracılığıyla çalışır.”

Veronica, “Uçakta Hintli bir adamla tanıştığımdan bu yana omurgam boyunca yükselen bir serinlik hissediyorum.”, dedi.

“Bu Anne’nin bir öğrencisi tarafından senin Kundalini’nin uyandırıldığını gösteriyor. Kundalini’miz uyandırıldığında başkalarının Kundalinisini de uyandırabiliriz, bunu bilinçli olarak da yapabiliriz veya böyle bir insanın yakınımızda bulunan varlığında kendiliğinden de gerçekleşebilir. Kundalini’nin hareketi omurga üzerindeki orta kanal aracılığıyla gerçekleşir. Başımızın üzerine doğru yükseldiğinde, başımızın üzerinde veya ellerimizde serin bir esinti olarak onun vibrasyonlarını hissederiz.” Veronica onun yanındayken arkadaşlarının nasıl olup da serin esitiyi hissedebildiğini anladı.

“Babamın mezarını ziyaret ettiğimde, sanki ağır bir yük varmışçasına sol tarafımın ağırlaştığını hissettim.”

“Sol tarafta duygularımız ve geçmişimizle ilgili olan sol kanalımız bulunur. Duygusal rahatsızlıklar ya da ilişkilerde sorunlar olduğunda bu kanal ağırlaşmaya başlar. Sürekli bir aşırı yükleme hali, epilepsi, kanser ve kalp rahatsızlıkları gibi ciddi sağlık sorunlarına sebep olabilir. Büyük ihtimalle baban öldüğünde mutlu değildi, bu yüzden ruhu huzurlu değil. Belki de oraya gittiğinde üzerine tutunmuştur ve sol tarafındaki ağırlığın sebebi de bu olabilir. Mezarlıklarda vakit geçirmek tehlikelidir bu yüzden.”

Veronica babasının, sol tarafını hafifletmek için toprağa oturup gözlerini kapattığındaki biçimsiz görüntüsünü hatırladı. Bir anlığına babasının gölgesini annesinin üzerinde görmüştü. Bu annesinin zayıflayan sağlığını açıklayabilir miydi?

Matt devam etti, “Çoğu psikosomatik problem sol tarafa aşırı yüklenilmesinden ya da aşırı sağ kanal aktivitesinden kaynaklanır. Sağ tarafımızda fiziksel ve akli aktivitemizle ilgilenen bir kanalımız vardır. Çok fazla plan yaptığımızda sağ tarafımızı çok yorarız ve karaciğerimiz ısınır. Karaciğerdeki bu ısı vücuda yayılarak strese bağlı her tür sağlık probleminin sebebi olur.

Veronica Andrei ile Moskova’daki tartışması sırasında sağ tarafının nasıl ısındığını hatırladı.

Matt konuşmasını sürdürdü, “Müziğin melodisi insanları, Elvis ya da Frank Sinatra’da olduğu gibi sol tarafa kaydırıp melankolik, nostaljik ya da duygusal bir ruh haline  sokabilir.  Aşırı uyarılma ise sağ tarafı ısıtarak insanları çılgınlığa sürükler, genelde tıpkı Woodstock’99 un sonunda olduğu gibi şiddetle patlarlar.  Ama müzik, bize iç denge veren orta kanalımıza bağlanacak şekilde oluşturulmuşsa, iç huzur ve neşe vererek son derece pozitif bir rol de oynayabilir.”

“Kundali’nin uyanması bizi dengeye getirir ve rahatsızlıklarımızın çoğunu kendiliğinden iyileştirir.  Sağ tarafın aşırı çalışması egomuzu şişirir çünkü her şeyi kendimizin yapabileceğimizi düşünmeye başlarız. ‘Ben’,  bizi bir böcek gibi sokar. Çok fazla sol tarafa giden insanlar ise şartlanmalarına ve süper egolarına yakalanırlar. Aslında egomuzun ve şartlanmalarımızın kölesiyiz.  Bizim fikirlerimiz olduklarını düşünürüz ancak ama aslında başkalarının fikirlerini ifade ederler.  Fikirlerimizin çoğunu kitaplardan, okuldan, televizyondan, gazetelerden, arkadaşlardan, aileden vesaire aldık.  Ne zaman Kundalini’miz  limbik gölgeyi geçip bize yeni bir farkındalık verse, orjinal fikirler bu yeni farkındalıktan doğarlar.  Bu yeni farkındalıkla diğer insanlara da huzur ve neşe yayan son derece yaratıcı yaratıcı kişiliklere dönüşürüz. Yeteneklerimizi mükemmelliğe ve bir dehanın seviyesine yükseltir. Normalde sürekli olarak reaksiyon gösteririz. Başka insanların fikirlerini dile getirip kimin haklı olduğu konusunda tartışırız.  Bizim mikro-kozmosumuzdan yayılan bu tartışmalar ulusal tartışmalara ve uluslararası savaşlara dönüşürler. Anne bize herkes dengeye gelebilir olduğu zaman, insanların kendileri ve çevreleri ile barış içinde olacaklarını ve bireyden kolektif olana yayılarak dünya barışının gerçekleşeceğini anlattı. Kundalini’nin uyanışı bizi dengeye getirir. Kendimizi akıl veya entelekt yoluyla dengeye getiremeyiz çünkü ikisi de ego ve şartlanmalarımızın elindedir.

Akıl düğmesi bireysel seviyede fikirleri ve doğrusal düşünmeyi serbest bırakarak düşüncesiz farkındalık için yer kalmamasına sebep olur.   Kundalini’miz dikkatimizi akıl ve entelektten kuratarır ve bize özgürlük verir.  Bu konumda ruhumuz kendisinin ve başkalarının güzelliğinden neşe duyabileceği özgürlüğe sahiptir.  Daha önce gözlerimiz başkalarının güzelliğini göremiyordu çünkü egomuz ve şartlanmalarımız tarafından körleştirilmiştik.  Bu körlük giderildiğinde yaratılışın uçsuz bucaksız güzelliğinin farkına varabiliriz.

Yeni farkındalık halinde ‘Ben başarılıyım’ ya da ‘Ben zenginim’ gibi yanlış kimliklere düşmeyiz çünkü ortada bir yarış yoktur. Diğerler insanlar aslında kendimiz değil de kimdirler ki?”

“Ama hepimizin doğruyu kendi yollarından bulduğunu düşünmüyor musunuz?”, diye sordu Jonathan.

“Bu bir ‘benim yolum seninkinden daha iyi’ meselesi değil. Yol, Kundali’nin yükselişine yaramalı. Eğer Kundalini yanıt vermezse yükselemez. Bu kadar basit.”

“Neye yanıt verdiğini nasıl anlıyoruz?”

“Vibrasyonlar aracılığıyla her bir adımda denetleyebilirsiniz. ‘Doğru olanı mı yapıyorum?’ gibi bir soru sorabilirsiniz. Eğer doğruysa Kundalini ellerinizde serin bir vibrasyon akışı ile cevap verecektir. Şayet değilse, sıcak vibrasyonlar ile yanıt verecektir. Bu da olayın doğrulanmasıdır. İnsanın seçtiği yolu doğrulanmasının bir yolu olmalı, yoksa kişi akıl yürütmelerin tuzağına düşebilir ya da kendi kendini tasdik etmeye yönelebilir çünkü herkes kendi yolunun doğru olan olduğunu düşünür.  Nasıl sınanır ki bu?”

“Bu seviyeye gelmek ne kadar sürer?”, diye sordu Jonathan.

“Bir öğleden sonranızı alır. Bu kendi gücünüz, gereken tek şey aydınlanmış bir ruhun onu harekete geçirmesi.”

Veronica onbeş yaşındaki çocukle ilgili rüyasını ve gördüklerinin çocuğun  Anne tarafından kurtarılmış olduğunu nasıl doğruladığını anlattı.”

“Anne aynı anda nasıl hem Cabella’da, hem de Bath’ta olabilir ki?”

“Çok sayıda mucizevi kurtuluş gerçekleşti. Anne çok sayıda boyutta çalışabilir. Dünyanın bir tarafındayken, bir arayışçıyı kurtarmak için bir anda başka bir tarafında görünebilir.  İsviçre’de bir adama kamyon çarpmıştı, herkes adamın ezildiğini düşündü ancak tam o anda Anne onu alıp kamyonun üstüne kaldırmıştı. Hindistan’da onu takip eden çok fazla insan var, bir sürü kaza oluyor ancak onun izleyenleri hep mucizevi bir şekilde kurtarılıyorlar. Onların varlığı başka insanları da kurtarıyor. Mesela, bir otobüs vadiye yuvarlanmıştı, bir kaç takla attıktan sonra tekerlerinin üzerine indi. Bunu hayal edebilir misin, kimse yara almamıştı, izleyenleri sadece Anne’ye yakarmışlar ve onun otobüsü tekerlerinin üzerine bırakmasını görmüşlerdi.”

“İnanılmaz!”, diye haykırdı Veronica ve Jonathan. Matt’in eşi bir kaç fotoğraf çıkardı, “Şuna bir bakın, bedeninden çıkan ışığı görün -bunlar vibrasyonlar. Bu fotoğrafta da Güneş sağ elinde görünüyor ve bunda ise Ay sol elinde. Bunda ise yüzü görünmüyor, sadece ışık var. Bu fotoğrafta da aslında orada olmamasına rağmen Anne sahnede görünüyor.”

“Vay canına! Bunlar özel bir makine ile çekilmiş?”

“Ah hayır, farklı mekanlarda, dünyanın ayrı yerlerindeki, başka başka insanların sıradan kameralarıyla çekildiler.”

“Normal bakışla vibrasyonlar görülebilir mi?”

“Normalde değil, ama bazı ışıklarda aydınlık tırnak işaretleri gibi görünüyorlar. Ama Anne’nin yüzü bir çok etkinlikte göründü. Evi almak konusunda tartışırken onun yüzünü pencerede gördüm, gözlerime inanamadığım için eşimi ve bir kaç arkadaşımı çağırdım, hepsi de gördüler. Böylece kararımı verdim ve evi satın aldım.”

“Evet, Cabella’daki otel sahibinin Anne’nin yüzünü kahve makinesinin üzerinde gördüğünü söylediğini hatırlıyorum. Ailesini çağırmış ve hepsi de görmüşler”, dedi Veronica.

“Vibrasyonlar,  bizleri koruma ve akli, fiziksel ve duygusal sorunlarımızı çözme gücüne sahiptirler. Bir uyuşturucu bağımlısının Kundalini’sini yükselttim ve uyuşturucuyu bıraktı. Kundalini’lerinin yükselmesine yardım etmemden sonra sağlığı, ailevi ve ekonomik durumları düzelen insanlardan çok sayıda mektup alıyorum.  Bu durumu sürdürmek için düzenli olarak meditasyon yapmalarını tavsiye ettim onlara.”

“Bunu nasıl yapabiliriz peki?”, diye sordu Veronica. Tekniği uygulayarak, “Kundalini günlük olarak bu şekilde yükseltmeli ve başının üzerindeyken meditasyon yapmalısın. Kundalini buraya ulaştığında başının üzerinde serin bir esinti şeklinde bunu hissedersin. Bazen de sıcak bir esinti olabilir, çünkü bazı insanlar kendilerini ve başkalarını affetmek de güçlük yaşarlar. İnsan kendi dahil herkesi affetmeli.”

“Anne Canajoharie’ye bir daha ne zaman gelecek?”, diye sordu Jonathan.

“Her yaz gelir, tarihleri alır almaz size haber vereceğim”, diyerek söz verdi Matt.

Grup Matt’i çağırıyordu, gitmesi gerekiyordu, onlara içten bir şekilde sarıldı. Veronica ve Jonathan Kundalini’lerinin yükseldiğini hissettiler. Bu seferki daha güçlüydü. Sesçi adam onlara sandviç getirdi. Bir saat boyunca çevrelerideki her şeye tanıklık ederek  ama tamamen yeni bir farkındalık boyutuna odaklanmış şekilde oturdular. Artık bu bu konuma nasıl ulaşacaklarını ve nasıl burada kalacaklarını kesinlikle biliyorlardı. Başka insanlarla bir aradayken ve konuşurlen dahi bu konumda kalabileceklerini keşfettiler. Nefes kesici bir deneyimdi.

“Hadi arabayı kullanırken de bu yeni farkındalığa odaklanmış kalmayı deneyelim”, dedi Veronica.

Batı otoyolu boyunca, Güneş Tanrısı’nın arabasının kıyıya inmediği sabahın erken saatlerinde, kristal dalgaları, martıları ve pelikanları seyrettiler. Veronica sorgulayan bakışlarla Jonathan’a baktı, çocuksu yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi, “Dikkatim orada”. Veronica’nın ışıldayan gözleri onunkilerle buluştu, “Benimki de”.

Kristal dalgalar, martılar ve pelikanlarla uyum içinde, keyifli bir şekilde ilerlediler, güneşin doğmadığı ve batmadığı bir boşlukta.

Bölüm 11

Veronica’nın çağrı cihazında Dr. Goodheart’tan bir mesaj vardı, annesi hastanede göğüs kanseri için kemoterapi görüyordu. Veronica sinirlerinin sakin ve dikkatinin şahit konumunda olduğunu fark ettiğinde şaşırdı. Matt’in, vibrasyonların mucizevi iyileşmeler sağlayabildiğini söylediğini hatırladı. Uçakta tanıştığı Hintli adamı aradı.

“Merhaba! Ben Siddhartha!”

“Ben Veronica, Milano uçuşunda tanışmıştık.”

“Evet, evet, nasılsın?”

“Dinle, yardımına ihtiyacım var; annemin göğüs kanseri var, tavsiye edebileceğin herhangi bir tedavi var mı?”

“Sahaja Yoga yoluyla denenebilir. Bir çok hasta vibrasyonlara olumlu cevap verdi, temelde hastanın alma yatkınlığına, saf arzusuna bağlıdır.”

“Ne?”

“Saf arzu, yani, herhangi bir iç arayış içinde mi?”

“Oldukça, annem çok saf bir ruhtur, dünyadaki en sevecen insandır.”

“İşe yarayacağına eminim, ne zaman gelmek istersin?”

“Mümkün olan en yakın zamanda.”

“Delhi’ye uçup Jukaso Inn’da kalabilirsiniz, Güney Delhi’de orta halli bir otel, resepsiyonu bilgilendiririm ben, Tihar Hapishanesi’nde bir grupla meşgulüm şimdi.”

“Hapishane?”

“Evet, hapishane, Delhi’de merkezi bir hapishane, tutuklulara meditasyon sanatını öğretiyorum.”

“Harika, orada olacağız. Çok teşekkürler, görüşürüz.”

Veronica hızlıca detayları not aldı, uçuş rezervasyonlarını yaptı ve annesini almak için arabaya atladı.

Mart ayında Delhi, milyarlarca çiçekten ve renkten oluşan bir gelinlik giyer. Luyten şehrine havaalanından giden egzotik güzellikteki adalarla kesilen yol boyunca kuşlar şarkı söyler. Bereket versin ki, Jukaso Inn, acemi birisinin böyle bir metropolün arka sokaklarından habersiz mutlu mesut yaşayabileceği, şehrin sevimli bir tarafındaydı. Görkemli Başkanlık sarayı, Mughal’a bir anıt ve sömürge mimarisi Raising Hill’i taçlandırarak göz kamaştırıcı bulvarlara ve çok sayıdaki parka ulaşıyordu. Caddeler leylak ve hurma ağaçları ile gölgelenmişti.

Bir kaç sokak çocuğu ağaçları sallıyordu ve takımın kalanı da yere serdikleri beyaz bir çarşaf üzerinde dökülen hurmaları topluyordu. Neşe dolu yüzleri vardı ve meşguliyetlerinden son derece memnun görünüyorlardı. Trafik telaşlı değildi, Amerikan hızından eser yoktu. Veronica, siyah ve sarı kaplamalı taksinin içinde arkasına yaslanıp kırmızı ışıklarda toplanan dilencileri seyre daldı.  Elf görünümlü bir sokak çocuğunun kaçırdığı bir bozukluğu bir başkası kapıp tüm hızıyla koşmaya başladığında gülmeye başladı, daha büyük olanı diğerini kovalamaya başlamıştı. Annesi bile elf görünümlü komik olanın küçüğü kovalayışıyla eğleniyordu. Cadde, sirk gibiydi.

Şayet insan koşuşturmaca içinde değilse, Delhi sokaklarında bir sürü eğlenceli şey olur. Akşam üstleri mavi yakalılar evlerine dönerken yoldaki türlü eğlencenin tadını çıkarmak için çok sayıda mola verirler.  Bir köşede insanlar bir keşiş ya da politikacı tarafından verilen vaazı dinlerken, bisikletler bir Hint fakirinin sivri tırnaklar üzerinde yürümekten ağzından alevler çıkarmaya dek uzanan türlü marifetlerini sergilediği kaldırımı tıkamışlardı. Yolun sonunda ise bir trafik kazası insanların dikkatini toplamıştı, birisi su getirmek için koşarken bir başkası da kazazedeyi en yakın hastaneye taşıdı, hiç kimse polisin gelmesini beklemedi, insan hayatı bundan daha değerliydi.

Yabancılar birbiri işe rahatlıkla sohbet edip, çevredekilerin her iki tarafı da desteklediği hararetli tartışmalara giriyorlardı. Özellikle politik yozlaşma üzerine son dedikodular ve film yıldızlarının skandalları çok rağbetteydi.  Bu sokak maceraları evlerine dönen yığınların kederlerini paylaşarak yüklerini azaltmalarını sağlıyordu. Evde televizyon yokluğunda, bu sokak maceraları aynı zamanda işsizler, yaşlılar ve emekliler için çok iyi bir zaman geçirme yoluydu.

Veronica ve annesi tamamen büyülenmişlerdi. Arabadan atlayıp, sohbet etmeye böylesine istekli bu dost canlısı ve doğal insanlarla konuşmak istiyorlardı. 

Sonunda otel gibi görünen sıcak bir binaya vardılar. Resepsiyondaki hanım son derece misafirperverdi, o anda evlerinde hissettiler kendilerini. Akşam birisi onları Siddharth’a götürmek için gelecekti, o zamana kadar iyice dinlenmelerini önerdiler.

Bölüm 12

Delhi’deki ana hapishane, Delhi banliyölerindeki Tihar köyünde kuruludur. Dev bir güvenlik şeridini sadece Siddharth’ın ismiyle geçiverdiler. Herkes onu biliyor gibiydi. Kendilerini sarı duvarlarla çevrelenmiş dev bir avluda buldular. Burası beş numaralı hapishaneydi. Hapishane her biri 2000 kişi alan çok sayıdaki ayrı bölümlere ayrılmıştı. Çimenler biçilmişti ve ağaçlar çiçeklerle doluydu. Rehber, Anne Shri Mataji Nirmala Devi’nin altarının önünde, verandada çömelmiş, onaltı ila yirmi yaşlarında bir grup delikanlıyı işaret etti. Meditasyonu Siddharth yönlendiriyordu.

“Lütfen sağ elinizi karnınızın sol tarafına koyup on defa ‘Ben kendimin efendisiyim’ deyin. Şimdi elinizi biraz daha aşağıya kaydırıp benliğinizin bilgisini arzulayın. Özgür olarak, mutlak gerçeğin bilgisini arzulamalısınız.”

“Sağ elinizi kalbinizin üzerine koyun, sol tarafa ve ‘ben ruhum’ deyin. Bunu tekrar ve tekrar söyleyin.”

“Sonra sağ elinizi sol omzunuzun boynunuzla birleştiği yere koyun ve onaltı defa ‘Ben suçlu değilim’ diye tekrar edin.  Eğer ruhsanız nasıl suçlu olabilirsiniz ki? Ruh suçlu olamaz. Geçmişi unutun. Geçmiş diye bir şey yoktur. Burada ve şu anda olun. Suçlu hissetmeyin.”

“Şimdi sağ elinizi alnınıza koyun ve herkesi affedin. Özel olarak kimseyi düşünmeyin. Kalpten affedin. Siz affedene dek bu ‘çakra’ açılmayacaktır, Kundalini’de yükselemez. Affetseniz de affetmeseniz de, diğer kişiye hiç bir şey yapmıyorsunuz, bu sadece çakranızın tıkanmasına sebep oluyor, o yüzden en iyisi affedin -şimdi, daha iyi.”

“Son olarak dikkatinizi başınızın üzerine koyun ve burada düşüncesiz idrak konumunda kalın. Bu hissin tadını çıkarın. Başınızın üzerinde serin bir esinti olup olmadığına bakın, şimdi de avuç içlerinizi kontrol edin. Ellerinde veya başlarının üzerinde sıcak ya da soğuk bir esinti hissetmiş olanlar ellerini kaldırsın.”

Bin çift el göğe doğru yükseldi. Veronica Kundalini’sinin yükselp çakrayı tamamen açtığını hissetti. O ana kadar deneyimlediği en güçlü şeydi bu, Tihar hapishanesi’nin insanlık denizi ile birlikte sevgi okyanusuna gömüldüğüne gömüldüğünü hissetti. Siddharth ona gülümsedi ve akşam yemeğine katılması için işaret etti.

Çok iyi bir şekilde temizlenmiş yemek alanında dumanı tüten sıcak pirinç, dal (mercimek) ve çeşitli sebzelerden oluşan alşam yemeği servis edildi. Herkes ellerinde parlayan çelik tabaklarla yere çömeldi. Hapishane amiri yemeği, temizliği ve bulaşık yıkamayı mahkumların yaptığını söyledi. Çeşitli konular üzerine 7000 kitaptan oluşan bir kütüphaneleri bile vardı. Mahkumlar bilgisayar kullanmayı, resim yapmayı, dikiş dikmeyi ve ayakkabı yapımını öğreniyorlardı. Ürünleri satılıyor ve kendi harcamalarını kazançları yoluyla karşılıyorlardı. Meditasyon bizi birbirimize çok yakınlaştırdı, şimdi bir aile gibi yaşıyoruz ve ben de mahkumlarla beraber özgürce hareket ediyorum.”

“Peki ya güvenlik? Birisi size saldırabilirdi”, diye sordu Veronica.

“Meditasyon onları son derece barışçıl kişiler haline getirdi. Tüm öfkeleri sevgiye dönüştü. Beni babaları gibi seviyorlar, bir baba çocuklarından nasıl korkabilir ki?”

Siddharth açıkladı, “Özgür olduğumuzu düşünüyoruz ama aslıında özgürlüğümüzün mahkumlarıyız. Aklımızın ve egomuzun esaretindeyiz. Programlamalarımıza ve şartlanmalarımıza mahkumuz. Mesela kendi dinimize şartlanmış olduğumuz için diğer dinlerin özünü anlayamıyor vebu körlük hali içinde birbirimize giriyoruz. Tanrı adına iki dünya savaşında akıltıldığından daha fazla kan döküldü. Yine de kendi yarattığımız hapishane koğuşlarında yaşamayı sürdürüyoruz. Hapishanede mahkumların fiziksel özgürlüğü sınırlanmış durumda ama meditasyon onlara gerçek özgürlüklerini verdi. Kendi içinizde özgürseniz dış etkenlerin hiç bir sonucu olmaz ama kendi içinizde tutsaksanız dışınızdaki özgürlük bir ilüzyondan ibarettir.

 Bir Zen ustası çay içiyormuş, öğrencilerine fincanın mı yoksa dudaklarının mı hareket ettiğini sormuş. Sonra da ne fincanın ne de dudaklarının hareket etmediğini, tek hareket edenin akıl olduğunu açıklamış; aklın hapishanesinde yaşıyoruz, duyu organlarımız ise sadece onun köleleri.”

Siddharth, mahkumlardan birkaçını tanıttı. Jessiram’ın davası sürüyordu, iyice kızışmış bir aile tartışması sırasında erkek kardeşini raylara itmişti, kardeşi başını raylara çarpmış, meydana geşen yara yüzünden hayatını kaybetmişti, öldürme kastı yoktu.

Kalyan Singh arkadaşlarıyla birlikte bir köylü kızla alay ediyordu. Heyecana kapılmışlar ve arkadaşlarından biri kıza tecavüz etmişti. Kız bağırdığında yaşlılar oraya koşmuşlardı. Asıl suçlular kaçmış ancak Kalyan Singh yakalanmış ve suçlanmıştı. Arkadaşlarını korumaya çalışıyor ve bunun ceremesini çekiyordu.

Hapishane müdürü, “Hapishane toplumun bir aynasıdır. Bir toplumu yok eden şeylerin ne olduğunu bulmaya çalıştığınızda çöp kutusunu eşelemenizin gerekmesi gibi, oda kendi hatalarını yansıtır. Eğer hatalarımızı onarmazsak genişleyerek ve patlayarak yeni milenyumda büyüyen bir şiddtet yol açarlar. Bu genç mahkumlar neden bu kadar agresifleştiler ki, çünkü toplum öfkeyi destekliyor. Çok uluslu şirketle öfkeli müdürler istiyorlar. Yönetimdeki öfkeli bir tarz o kadar büyüyor ki, çalışanlar bunun kurbanları oluyorlar.  Kendilerini korumak için birleşmeye ihtiyaç duyuyorlar. Pazarlama da bile saldırgan bir reklamcılığa başvuruluyor.  Mesela alkol şirketlerinin reklam yapma izni olmadığı için kendi markalarındaki viski bardaklarında sodanın reklamı yapıyorlar, hiç üretilmemiş bir şeyin. Reklamcılar topluma yalan söylüyor, peki bu bir suç değil mi? Vergi ödemeden istediklerini yapıyorlar, üstelik bu sadece vergiden yakayı kurtaran çok uluslu agresif finans şirketleri için geçerli değil, bu açıkça hırsızlık değil midir?

Modern zamanların anahtar kelimesi saldırganlık iken insanlar nasıl huzur içinde olabilirler ki? Her şey ardarda diziliyor.  Saldırganlık dalgalar halinde büyüyor ve bağlar şiddete dönüşüyor. Suç oranları öyle çok yükseldi ki hapishaneye her yıl yeni bir ek bina yapılıyor. Her binada 2000 mahkumla, şimdiden beş binada 11.000 mahkum var! Tüm bu genç mahkumlar saldırgan toplumumuzun bir ürünü, onları dönüştüebilmek için toplumun huzurlu olması gerekiyor ve meditasyonun bunu gerçekleştirebileceğine tüm kalbimle inanıyorum. Siddharth’ın buraya gelişinden beri, üç haftada bu değişimi kendi gözlerimle gördüm.”

Jessirem haykırdı, “Aynı insan olduuğuma inanamıyorum, içimde öyle bir öfke  kabarırdı ki insanlara vurmaya başlardım ama bu bir katil içgüdüsü değildi. Kendimi kontrol edemezdim, meditasyondan sonra ise içimde o kadar huzurlu ve sakin hissediyorum ki, insanlar beni tahrik etmeye çalıştıklarında dahi tepki göstermiyorum, öfkem tamamen eriyip gitti.”

Satish Chand, “Beni töhmet altında bıraktığı için komşumu öldürmeye yeminliydim, intikam arzusuyla yanıp tutuşuyordum, sadece bunun için yaşıyordum. İki haftalık meditasyonun ardından tüm bunları unuttum. Şimdi kendime soruyorum, ‘Nasıl böyle düşünebilirsin diye”, dedi.

Siddharth gözlerinda ışıltılarla gülümsüyordu. Bu onun özverili sevgisinin ve mahkumlara olan sabrının  sonucuydu. “Hayal edebiliyor musunuz, buradaki genç mahkumların %30’u cinsel suçlardan yargılanıyorlar. Televizyon ve sinemamızın sonucu bu. Seks doğal bir istektir, bunu ekran aracılığıyla güdülemenin ne anlamı var ki?  Zaten içimizdeki bir arzu için neden teşvik edilmeye ihtiyacımız olsun ki?  Bu güdüleme genç kızların adet döngülerinde bozukluklara yol açtı. Benim zamanımda 13 yaşlarında başlayan bu döngü, sürekli tahrik nedeniyle  şimdi 11-12 yaşlarında başlıyor.  Peki toplumumuz bunun olmasına neden izin veriyor ki, neden kimse karşı çıkmıyor? Neden devlet ergenlerin cinsel tahrikini destekliyor? Bunun için toplumumuzu suçluyorum ve eğer şimdi kontrol altına alınmazsa bu sorun hızla ilerleyecek çünkü bu yaşlarda gençler çok kolay etkileniyorlar.  Ergenlerin karşı koyabilmelerini sağlayacak metanetleri yok ve sonuçları göremiyorlar. Onların sömürülmesi sadece toplumdaki değerlerin yozlaşmasına ayna tutuyor.

Siddarth açıkladı, “Meditasyon yoluyla gençler masumiyetlerinin öneminin farkına varıyorlar. Masumiyetleri aslında onların en büyük gücü ve koruması. Onlara dengeli bilgelik ve dokunulmazlık veriyor. Kimi Aids vakalarıyla karşılaştığımızda omurganın sonundaki birinci çakraya vibrasyon vermeye başladık. Bir kaç hafta sonra bağışıklık sistemi yanıt vermeye ve hasta iyileşmeye başladı.”

Zil çaldı, tutukluların yatakhanelerine çekilme vaktiydi. Yatak yoktu ve beton zeminde uyuyorlardı. Ellerini birleştirerek ‘Namaskar’ dediler, Hint geleneğinde şükran ifadesiydi. Siddharth, Veronica ve annesine öğle yemeği için onlarla otelde buluşacağına söz verdi.

Bölüm 13

Siddharth beyin cerrahıydı ve kendisini Delhi’nin gösterişli kliniklerinde geliştirmişti. Eşi müzisyendi ve iki çocukları vardı. Onbeş yıl önce Anne’nin Kundalini’nin uyanışı ile psikosomatik sorunların nasıl çözülebileceğini anlattığı bir tıp konferansına katılmıştı. Açık fikirlilikle bunu kendisi ve hastaları üzerinde denemişti. Sonuçlar inanılmazdı. Kendi sağlığı çarpıcı bir şekilde iyileşmişti ve o zamandan beri tüm varlığıyla bu deneyime dalmıştı.

Siddharth otel odasında Veronicanın annesinin üzerinde çalışmaya başladı.  İki elini annenin omurgası hizasında açtı ve ellerini yavaşça yukarıya doğru yükseltti. “Parmaklarım enerji tıkanmalarını hissediyor, her parmak çakra adı verilen vücuttaki bir enerji merkezine karşılık geliyor. Bir tıkanıklık, karşılık gelen parmakta sıcak vibrasyonlar olarak hissediliyor. Ah, küçük parmağımda bunu hissediyorum, bu da orta kalpte bir sorun olduğu anlamına geliyor. Orta kalp problemleri çocukluktaki güvensizlik hissinden kaynaklanır.”

Anne, “Savaş kabusları ile uyanıyorum. Evimiz bir bombanın patlamasıyla darma duman olmuştu. Yatak odamdaki alevlerden öylesine korkmuştum ki çıkış yolunu bulamadım. Babama seslenmeyi sürdürdüm. Sonunda babam camları kırarak içeri girdi ve alevlerin arasından beni dışarıya çıkardı. Sonrasında kendimden geçmişim.”,dedi.

Siddharth, “Sol başparmağımda da sıcaklık hissettim.  Sol başparmak kolektif bilinçaltının algılayıcısı olan ikinci çakranın sol kısmını ifade eder. Dışarıdan bir virüs gibi bir etki olduğunu gösterir ama bu etki ölüler alanındandır.”, dedi.

“Bu biraz garip değil mi?”, yorumunda bulundu Veronica.

“Kulağa garip gelmesi ölüleri görmezden gelmemizden kaynaklanıyor. Aslında normal farkındalık seviyemizde ölüler hakkında çok az şey biliyoruz. Bir kere gömüldükten sonra gittiklerini düşünüyoruz. Bedenin toprağa karıştığı doğru ama ruh asla ölmez. Birisi ani bir kaza ile öldüğünde ruh azap çeker ve sevdiklerinin etrafında dolaşır. Bazen insanların bağımlılıkları da böyle ruhları bedenlerine çekmelerine sebep olur. Yabancı ruh bir parazit gibi bedenin sinir sistemine tutunur ve onun normal çalışmasına engel olur. Mesela annenin durumunda sorun orta kalbin zayıf olmasından kaynaklanıyor ama olayın hızlandırıcısı dışarıdan gelen bir etken. Neden, bu hızlandırıcı ve sonucu da hastalık, modern tıp sonucu düzeltmeye çalışıyor ama asıl sebebi görmezden geliyor. Kanseri iyileştirmeye çalışıyorlar ama sebebini ortadan kaldırmıyorlar. Hızlandırıcının ne olduğunu tespit etmek kolay değil çünkü sürekli olarak hareket ediyor. Serbest kalana dek, bu hızlandırıcı beynin çalışmasına müdahale etmeyi sürdürüyor.  Bu da fiziksel, ruhsal ve duygusal bozukluklarla etkisini gösteriyor.”

Veronica babasının yüzünün mezarlıkta göründüğünü hatırladı ve annesiyle bu durumun bağlantısı kafasında şimşek gibi çaktı. “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Peki bu hızlandırıcıdan nasıl kurtuluyorsunuz?”

Siddharth cevap verdi, “Kundalini’nin uyanmasıyla. Kundalini bizim şahsi annemiz, bizi korur. Yükseldiğinde tüm çakraları besler ve yabancı olan her şeyi dışarı atar. Bedenin bağışıklık sistemini yeniden canlandırır. Sevgi gücü sayesinde dostlarımızı düşmanlarımızdan ayırt eder ve düşmanları dışarı atmaları için vücudumuzdaki hücreleri harekete geçirir.  Böylece Kundalini milyonlarca antikor üretir ve antibiyotiklere ihtiyacımız kalmaz.”

Siddharth, Veonica’ya kişinin sırtından nasıl vibrasyon verebileceğini gösterdi, “ Sağ elini saat yönünün tersine, orta kalbin çevresinde tüm ısı dışarı çıkana dek dairesel olarak çevir. Orta kalp dengeye geldiğinde ellerinde serin vibrasyonlar hissedeceksin. Senin annenin Kundalini’si olumlu yanıt veriyor, vibrasyonları emiyor. Ona günde iki-üç defa vibrasyon ver, bir kaç güne etkisini gösterecektir.”

Restoranda yemek yediler.  Otel müdürü Siddharth’ın arkadaşıydı ve yemeklerin çok baharatlı olmaması için özel olarak ilgilenmişti. Tavuk Tandoori oldukça hafifti. Annesi çok rahatlamıştı ve iştahla yedi. Siddharth açıkladı, “ Kendi kendimizin efendisi olmadığımız için tüm sorunları tepkilerimiz yoluyla sahipleniyoruz. Mesela küçük şeyler için kırılıyoruz ve bu tarz tepkilerimiz bizi dış etkilere daha açık hale getirdikçe negatif enerjiyi de kapmaya başlıyoruz. Kendimizin efendisi olmak için kendimizi tanımalıyız. Tüm enkarnasyonlar bunu söyledi, ‘Kendini tanı.’. Bu beden, akıl, ego ve hisler olmadığımızı bilmemiz gerekiyor, biz ruhuz. Kundalini beynimizi aydınlattığında, bu aydınlanış bir şafak gibi üzerimizde ağarır. Böylece yeni bir farkındalık merkezi sinir sistemimize işleyerek bize aydınlamamızı verir. Mutlak doğruyu hissederiz. Mutlak doğru tektir, o saf sevgidir. Saf sevgide ikilik yoktur. Benliğin deneyimlenmesinden benliğin bilgisi doğar. Bu deneyimi kazandığımızda, kendimizin efendisi haline geliriz.  Anne’nin rehberliğiyle, bu iç neşenin deneyimiyle kutsandım.”

“Kundalini’m yükseldiğinde neşeyi hissediyorum ama sonra yine gündelik seviyeye düşüyor”, dedi Veronica.

“Bunun sebebi dikkatinin dışarıdaki şeylere gitmesi ve kendini onlarla tanımlamaya başlaman, böylece gerçek kimliğin olan ruh olduğun gerçeğini unutuyorsun. Dikkatimiz bağımlılıklarımız üzerinden seyahat eder ve iç gerçekliğimizden uzaklaşır. Ama onlara takılmadan düşüncelerini seyrederek bir farkındalık konumu geliştirebilirsin, tıpkı yol kenarında hareketsiz olarak durup gelip geçen arabaları seyretmek gibi. Kundalini yükseldiğinde aklın hareketini absorbe ederek seni düşüncesiz bırakır. Ayrıca çakralar aracılığıyla bedenini yeniler. Bir çok yeni sistem çakraların bir girdap gibi dönmesini denetleyerek bedenin yenilenmesini sağlamaya çalışıyor. Ama çakraları uyarmanın ya da denetlemenin Kundalini uyanık olmadığı sürece hiç bir faydası yoktur. Çakralarını bir kristal ile beslemeye çalışan bir arkadaşım vardı ama Kundalini beslenmediği sürece tüm bu çabası boşunaydı. Kundalini hayati güçtür, o uyanmadığı sürece tüm meditasyon teknikleri ve terapiler eksik kalır.”

“Peki, Tanrısal ışınların ya da kozmik enerjinin başlarının üstünden girdiğini hayal eden ve bu enerjiyi iyileştirme amacıyla başkalarına aktaranlara ne demeli?”, diye sordu Veronica.

“Hayal etme akli bir süreçtir. Her şeyi hayal edebilirsin. Mesela çirkin bir kadın kendisini güzellik kraliçesi olarak hayal edebilir, bir işadamı ise sahip olduğu milyonları düşünerek kendini herkesten zeki olarak hayal edip bir hurdadan farksız olabilir; Saddam Hüseyin gibi bir politikacı, aslında tam bir kaçık olmasına rağmen bir tanrı olduğunu düşünür. Bin ladin insanları havaya uçururken Allah’ın işini yaptığını hayal eder ama aslında Amerika’nın ölümcül teröristler listesinin tepesindedir. Bu da hayal kurmak.  Bir keresinde Başbakanımız akıl hastanesini ziyaret etmişti. Bir adam ona “Kimsin?” diye sormuş, o da “Ben başbakanım.” diye yanıtlamış. Adam gülmüş, “Ben de aynı şeyi söylüyordum, bu yüzden beni buraya kapattılar.”

Hayal etmek ve delilik arasında çok ince bir çizgi vardır. Hayallerimiz bizi kişiliğimizde kıskançlık ve tamah gibi bir çok çılgınca oluşuma sürükler. Mesela bir kadın kocası ile konuşan her kadını kıskanabilir ya da tam tersi. Kocası aslında dürüst, ona tamamen sadık olabilir ve durum tamamen kadının güvensizlik hissinden kaynaklanabilir.  Aklımızın oyunlarını gerçeklik olarak kabul ederek kendi kendimizi hayal kırıklığına uğratırız. Akli süreç yanılgılar yaratan bir serap gibidir. Dengede bir insan ilüzyonun bu gücünü yaratıcılık doğrultusunda kullanabilir. Mesela Shakespeare yaratıcı hayalgücünü oyunlarının senaryolarını dokumak için kullandı. O bir illüzyon üstadıydı, illüzyonların tuzağına düşmeksizin onlarla aldanma ve gerçeklik arasındaki farkı ortaya koymak için oynadı. Çocukken hayal kurarak bir çok oyun oynardık. Bir oyunda, karanlık bir odada, aslında orada olmayan siyah bir kediyi aradığımızı hatırlıyorum. Onun orada olmadığını biliyorduk, sadece eğlenmek, oynamak içindi.  Ancak, kendi hayalgücümüzün tuzağına düştüğümüzde sorun başlar, tıpkı doyumsuzluk halinde olduğu gibi. Bir milyon doları olan birisi, bir milyarı olduğunda mutlu olacağını hayal eder. Bir milyarı olduğundada tatmin noktasını bir trilyona taşır ve bu böylece devam eder. Berberini kıskanan bir kral varmış, hep kendisi uyuyamayacak derecede stresli olmasına rağmen berberinin nasıl da kaygısız, şakacı ve neşeli olduğunu düşünürmüş.  Berberin neşesinin sebebini bulması için bakanı çağırmış. Bakan krala, berbere her gün bir altın bahşiş vermesini tavsiye etmiş.  Başlangıçta berber bundan büyük bir neşe duymuş ancak ilerleyen günlerde endişelenmeye başlamış. İçten içe birikimini en az yüz altına çıkarmayı arzuluyormuş. Karnını bir parça yemekle bir payla doyurulabilirsin ama eğer açlık gözlerde ise, sadece hayalden ibaret bir şey nasıl doyurulabilir ki? Aynı şekilde hırs gözlere bir kere girdi mi, doyurulamaz ve insanları kendilerinden uzaklaştıran her türlü sapkınlığa sürükler. Vurguncu girişimciler bir boşluğun içine atlarlar. Duyularımızı cezbeden ve ceplerimizi boşaltan ürünlerin seraplarıyla gözlerimizi ele geçirirler. Cinsel çekimleri nedeniyle yeni arabalar almak için kandırılıyoruz.

Her gün yeni kıyafetler giyen kralın hikayesini duymuş olmalısınız. Bir gün terzisi onu, elbiselerinin sadece bilge insanların görebileceği şekilde mükemmel olduğuna ikna etmiş. Sonra kral şehirde gezintiye çıkmış ve herkes kralın yeni giysilerine övgüler düzmüş, ta ki bir çocuk tüm masumiyetiyle  ‘Bakın, kral çıplak!’, diye bağırıncaya dek.  Sonuç olarak akli işlemlerimiz bizi ve toplumu saçma sapan bir hale getiriyor ama Kundalini uyandıktan sonra onun rehberliğinde hareket ederiz, böylece kendimizin Guru’su ve bir illüzyon üstadı oluruz.

Ego da hayalleri ürünüdür. Kendimiz hakkında fikirlerle dolu bir hayal tarafından uzaklara taşındığımızda, egomuz büyümeye başlar. Tüm bu hayallerin birer mit olduğunu görebilirsiniz çünkü bir temelden yoksundurlar. Bunu gökteki bir uçurtmaya benzetebiliriz, biz ipi serbest bıraktıkça uçurtma daha fazla yükselir. Uçurtma ipinin çözülmesi hayallerin başını alıp gitmesine benzer, uçurtmanın yükselişi ise egonun yükselişine. Uçurtmaların kavgası egoların çarpışmasına benzer. Yenilen uçurtma gökyüzünde kaybolur çünkü onu tutacak bir çapası yoktur. Aynı şekilde ego balonu patladığında geriye sadece boşluk kalır çünkü egonun bir maddesi ya da gerçekliği yoktur.”

“Hayal kurarken sağ kanalımızı kullanırız oysa gerçeklik orta kanalımızdadır. Bu yüzde hayal gerçek olamaz, bir mitten ibarettir.  Akli gücümüz bir sınıra kadar çalışır ve sonrasında geri teper. Bu tür insanlar ciddi sağlık sorunlarına açık hale gelirler çünkü sağ kanalları bitap düşmüştür ve sol kanala baskı uygular, böylece vücut virüslere karşı koyamayacak kadar zayıf düşer. Vücudun bağışıklık sistemi çalışmaz hale gelir ve kanser gibi türlü tehlikelere davetiye çıkarır. O halde Kundalini tüm akli, fiziksel, duygusal ve ruhani sorunları kolayca çözebiliyor iken neden sorunlarımızı onun aracılığıyla çözmeyelim ki? Bu bizim kendi gücümüz ve tüm ihtiyaçlarımıza sevgiyle karşılık verir, bunun için bir şey ödememiz gerekmez. Akli yönümüz Kundalini’nin boyunduruğu altına girdiğinde, dengeli bir şekilde çalışır ve yaratıcılığa yönelir.”

Siddharth  Veronica’ya Anne’nin güzel bir fotoğrafını verdi. Gözleri şefkat doluydu. Veronica kalbinin Anne’nin sevgi dolu gülümsemesini almak için açıldığını hissetti. Kundalini’si yükseldi ve Veronica başının üzerindeki lütuf yağmurunun neşesiyle doldu. Serin, çok serin vibrasyonlar bir şelale gibi dökülerek onu mutlulukla doldurdular. Siddharth’ın elini derin bir şükran duygusu ile sıktı. Onun da aynı ruh halinde olduğunu fark etti. Kundalini’leri birleşmişti ve ruhlarıyla bütünlük içindeydiler.  Düşünce yoktu ama kendisini Kozmik Ruh ile bir hissedebiliyordu. Artık tüm insanlığın ruhu ile bir bütün olduğunu biliyordu ve bunun bir ismi yoktu. Kendi annesinin iyileşeceğini biliyordu, her şey yolunda gidecekti.

Son Söz

Doktor Goodheart annenin raporu karşısında şaşkına dönmüştü. Yeniden okumak için defalarca gözlüğünü düzeltti. Detayları tekrar ve tekrar kontrol etti, eğer doğrularsa bu bir mucize olmalıydı. Ancak mucizelere inanamayacağı kadar fazlaca bir süreyle tıp mesleğindeydi.  Kafasını sallamakla yetindi, kanserden hiç bir iz yoktu. Raporu elinden bıraktı ve kuşku içinde pencereden dışarıya baktı.

Veronica valizlerini boşaltmayı henüz bitirmişti ki telefon çaldı.

“Hoşgeldin Veronica.”

“Merhaba Jonathan.”

“Seyahat nasıldı?”

“Harika!”

“Peki ya annen?”

“Doktor Goodheart raporlara inanmakta güçlük çekiyor ancak Siddharth bunu hesaplamıştı.”

“Aman Tanrım! Başka bir şey söyledi mi?”

“Kendi kendimizin efendisi olmamız gerektiğini söyledi.”

“Nasıl olunuyor peki?”

“Vibrasyonlarına sor.”

“Vay canına, serin vibrasyonlar üzerime esiyor!”

“Benim de!”

Güldüler.

Yogi Mahajan