YENİ MİLENYUM ESKİ KEHANETLERİ DOĞRULUYOR – YOGI MAHAJAN

Books

 

 

YENİ MİLENYUM

ESKİ KEHANETLERİ

DOĞRULUYOR

 

 

 

 

 

 

 

Yogi Mahajan


YAZARIN NOTU

Yeni bir dünya vizyonu ile gelecek bin yıla başlıyoruz. Bu dünya sadece savaşsız bir dünya değil, renk ve inancın yapay sınırlarının olmadığı ve aynı zamanda, eskilerin kehanetlerinde söyledikleri gibi kolektif büyümenin ve kolektif sevginin olduğu, bir dünyadır.

Bugün Ay’ya veya Mars’a adım atmış olmayı büyük bir ilerleme olarak görebiliriz, ama kişisel boyutta, bizler hala gerideyiz; hırs, nefret, kıskançlık veya korku ile dolu ilkel bir aklın ağır yükünü taşıyoruz. Kişi dış görünüşte moda giysileri giyerek modern olamaz, içinde de modern olması gerekir.Yüksek düzeyde beyinsel gelişimin yer aldığı şu zamanlarda, iç dünyamızın görünüşü pek değişmedi. Bu yüzden davranışlarımız ile düşüncelerimiz ve eylemlerimiz arasında çatlaklar oluşmaktadır.

Eğer ortaçağdan kalma ilkel bir bavulla yeni bir dünyaya girersek, onunla ilgili vizyonumuza ulaşamayız. Bu yüzden kendimizle yüzleşmek ve ölü kalıntıları temizlemek önemlidir. Bununla birlikte, kişi şahit konumuna geçtiği zaman bu yüzleşme gerçekleşir. Şahit konumu, ego ve şartlanmalardan arınmış olmak demektir. Şartlanmalardan ve egodan kurtulmak için en iyi yol meditasyondur. Sahaja Yoga bizlere tek ve kesin bir meditasyon metodu öneriyor. Shri Mataji Nirmala Devi’nin bizlere hediye ettiği bu metod sayesinde, ruhumuzun aydınlanmasıyla, yirmibirinci yüzyılın dünya ile ilgili vizyonuna ulaşmamız mümkündür. İlerideki bölümlerde bunun nasıl olacağını göreceğiz.

YOGİ MAHAJAN

İÇİNDEKİLER

Yazarın Notu

Bölüm

  1. Vizyonun Olmadığı Yerde İnsanlar Bozulurlar
  2. Uzun Ömürlü Bir Vizyonun Gücü Nükleer Bombadan Daha Kuvvetlidir!!
  3. Üç Boyutun Vizyonu
  4. Dördüncü Boyutun Vizyonu
  5. İçimizdeki Masumiyetin Vizyonu
  6. İllüzyonlar ve Aldanmalar
  7. Stresi Yönetmek
  8. İnsanların Oynadıkları Oyunlar
  9. Şartsız Sevginin Vizyonu
  10. Ben Suçlu Değilim
  11. İnsanların Hataları Sadece Onları Sevmekle Düzeltilebilir
  12. Kozmik Sevginin Boyutu

Kapanış

1. Bölüm

VİZYONUN OLMADIĞI YERDE İNSANLAR BOZULURLAR

Yıldızlar sonsuz gökkubbede göz kırpar gibi parlayarak her çocuğu büyüler. Çocuk gözünü dikip o yıldızlara bakmaya başladığı andan itibaren, onlara ulaşmayı dener. Onun vizyonu, okuldan ve evinin arkasından daha ötelere doğru genişler ve yayılır. Bilir ki, bir yerlerde, yeni bütün bir dünya var ve onu bekliyor. Her gece, yıldızlar onu çağırır, merakını çeler.

Yıldızlar, sadece geçmişteki denizcilerin yol göstericisi olmakla kalmadılar, bugün hala kendi vizyonumuzu, en önemli evrimsel sürecimizden geçerek bize yükselişimizi verebilecek olan yeni bir ufuk yaratma vizyonunda, “Biz Kimiz? Neden buradayız? Hayatın amacı ne?” ve en önemlisi “Ne olabiliriz” sorularını ifade ettiğimiz, insan aklının, ego ve şartlanmalarının parametlererinin ötesine çekmeye devam ederler.

Okullarda okuduklarımızdan çok daha fazla gerçek bilgi depolarımızda bulunmaktadır. İ.Ö. üç asır evvelinde Anadolu’da yaşamış olan Essene Brotherhood gerçek bilgiye değinmişti:

“Ve birgün ruhunuzun gözleri açılacak ve siz herşeyi bileceksiniz. Size gerçeği söylüyorum, sizin bedeniniz sadece nefes almak, yemek yemek, düşünmek için yapılmamıştır, aynı zamanda Hayatın Kutsal Nehrine girmek için de yapılmıştır.  Ve Işığın Kutsal Nehri ile bir olmalısınız. Bunun ötesi anlatılamaz, Kutsal Nehir sizi kelimelerin artık olmadığı yere götürecek.

İnsanın vizyonu, aklının dar bireyci programının ötesinde büyüdüğü zaman, sadece yıldızların hareketleri ile ilgili değil, ama aynı zamanda “Kolektif Bilinçlilik” denen, tüm gezegensel hareketlerin kaynağıyla da iletişim kuracak daha yüksek bir kolektif frekansa uyum sağlayacak.”

Yakın zamanda, Rus bir akademisyen olan Shipov ve fizikçi Anatoly Akimov, bu kolektif bilinç vizyonunu tanıdılar, ama daha yüksek bir boyut olan bu bilinci ölçmenin zor olacağı kanısına vardılar. Sınırlı insan bilinci, kolektif bilincin ufkuna girdiği zaman sınırsız olur. Böylece, mutlak gerçeği hakikat olarak deneyimlemek mümkün hale gelir. Gerçeğin ışığında, uydurma olan herşey hakikatten ayrılır, tıpkı çocuk masallarındaki SamanYolunun ayrılması gibi. Benzer şekilde, kendimiz hakkındaki birçok şey, inançlarımız, sabit fikirlerimiz, kavramlarımız ve akla ait düşüncelerimiz paramparça olur. Ama biz çırılçıplak kalmayız. Aksine, gerçek değerlere, daha yüksek ilkelere, kozmik yasalara ve en önemlisi içsel gerçeğe doğru olgunlaşırız. İçsel gerçeğin ışığında, vizyonumuz aydınlanır. Aydınlanmış vizyon, anında şefkat ve sevgi okyanusundan çekilen gerçeğe odaklanır. Çocuklarının hatalarının farkında olan ama onları azarlamayan, hataları sevgiyle düzelten sevgi dolu bir annenin gözüyle görür aydınlanmış bir vizyon. Bir anne çocukları başaramadığı zaman yılmaz, ama onlara şevk verir. Örneğin, bir çocuk yürümeyi öğrenirken, bir çok kereler düşer, ama anne onu tatlılıkla ikna eder ta ki çocuk yürümeyi öğrenene kadar. İşte aynı böyle bir sevgi ve şefkat “gemisi”, vizyonumuzu aydınlanmanın kıyılarına doğru götürür. Şükür ki, günümüzde, gerçeği arayan binlerce kişi, Ebedi Annemiz Shri Mataji Nirmala Devi’nin şefkat ve sevgisiyle aydınlanmış vizyona sahipler. Shri Mataji, Sahaja Yoga adı verilen eşsiz bir teknik ile ruhun bilgisini ortaya çıkardı. Onun öğretisinin temeli sadece sevgi ve şefkat değildir, aynı zamanda kişiliğinin neşesidir de. Onun varlığı herbir kişiye öylesine neşe ve sevgi akıtır ki, her bir kişinin içinde bulunan Tanrısallığın ölümsüz gücü uyanır ve içsel değişim için bir katalizatöre dönüşür.

Alfred Nobel’in torunu ve Birleşmiş Yeryüzünün (çevreci ve insancıl hareketler için ödüller veren) Başkan’ı Marcus Nobel, Shri Mataji tarafından başlatılan içsel değişimi şöyle tarif ediyor:

“ Sadece saf tanısal sevginin kozmik kutsamasını veren bir yöntemse ve karşılığında birşey almıyorsa, bu nedir?

Eğer insanoğlu hayatın alçak kademelerinden yükseldiyse ve bizler hala bilincin daha yüksek bir konumunda, beynimizin ve merkezi sinir sistemimizin evrimini geçiriyorsak, bu nedir?

Türümüzün kurtuluşu ve değişken ve güzel ekosistemlerimizin kurtuluşu insan bilincinin evrimine bağlıysa, bu nedir?

Biyolojik evrim için Darwin’in arzu ettiği biyolojik nesillerin binlercesi yerine, insan bilincinin evrimleşmesi bir ömür boyunca sürecekse, bu nedir? Veya bir öğleden sonra dersi boyunca?”

Bir konuşmadan, Haziran 18’97, Wheeler Oditoryum, U.C. Berkeley, California

İçsel değişim, sevgi ve şefkatin ölümsüz gücünün filizlendiği bir süreçtir, böylece bu değişim, kişiliğimizde, düşüncelerimizde ve eylemlerimizde kendini gösterir, ve sonra fikirlerimizde, değerlerimizde ve etkileşimlerimizde büyür, böylece tüm insanlığa yayılır. Elbette ki birçok modern kişi kendisini çok ilerlemiş ve açık fikirli olarak tanımlar. Bu kişiler belki kendi gelişimlerinin dürüst doktorlarıdırlar ve gruplarının coşkusuna kendilerini adamışlardır ama yaklaşımları akılsaldır. Akıl onlara, komünizm, sosyalizm, kapitalizm gibi kolektif dağılım ve refah için en elverişli sistemleri veya teorileri sunar. Ama belli bir zaman sonra tüm bu teorilerin ve sistemlerin çöktüğü görülmüştür. Eski Sovyetler Birliğinin çöküşü boyunca kiliseyi aşırı kınayan Rus insanlarının şimdi destekledikleir ilk şey kilisedir. Ortodoks kilisesi bir fırtına gibi geri gelmiştir. İnsan aklının hareketi yataydır. Sonuç olarak, kör bir noktaya erişir ve geri çekilir. Bu nedenle, kolektif bir nedene karşı akılsal adanmışlık yeterli değildir, ama bir şeye ulaşmak için dengeli bir şekilde, aydınlanmış bir vizyona sahip olmak çok daha önemlidir. Tarih böyle bir vizyona sahip birçok kişi ile doludur, örneğin Mahatma Gandhi, Atatürk, Garibaldi, Başkan Sadat, Abraham Lincoln, Martin Luther King, George Washington ve diğerleri.

Sufiler, Zen ustaları ve Hintli yogiler aydınlanmış vizyona meditasyon yoluyla ulaşmışlardır. Ama asıl nokta şudur; kişi kendine karşı dürüst olmadıkça, vizyon  gerçeğin parlaklığını taşımaz. Vizyon sahibi olan oyun yazarı Shakespeare şöyle yazmıştır: “Herşeyin ötesinde, kendin gerçek ol.” İnsanlara gerçeği öğütlemek, onu şahsen deneyimlemekten daha kolaydır. Vaizler ve vaazlar sadece daha fazla çelişki ve şiddet yaratırlar. Yüzyılın dönemecinde, kendimiz dogmatikleşmeden büyük ustaların esaslarından zevk alacağımız ve tüm insanlığın ortak bir gelecek için ortak bir vizyona  odaklandığı yeni bir devrin müjdecisi olalım. Okyanus olmak varken neden bir damla olarak kalalım? Nektardan zevk almak varken, birleşiminin analizini yapmak niye? Gelin İsa Mesih’in, Hz. Muhammed’in, Lord Krishna’nın, Buddha’nın, Musa’nın, Zerdüşt’ün, Lao Tze’nin ve Konfiçyus’un öğretilerini bir tespihte birleştirelim ve onların aydınlanmış vizyonlarına doğru yükselelim.

2. Bölüm

UZUN ÖMÜRLÜ BİR VİZYONUN GÜCÜ NÜKLEER BOMBADAN DAHA KUVVETLİDİR!!

Eğer plastik çiçekler varsa, mutlaka gerçek olanları mevcuttur. Eğer tüm azizler, kahinler, ustalar ve kutsal kitaplar Daimi bir Güc’ün öneminden bahsettilerse, o zaman bu güç mevcut olmalı. Bir şekli olup olmaması veya ona nasıl tapınıldığı başka bir konu.

Zamanın başlangıcından beri, tıpkı yeni doğmuş bir çocuğun hemen Annesini araması gibi, yaratanın sevgisi için ibadet etme içsel arzusu da yükselmiştir. Yaratan sonsuz bir sevgi okyanusudur. İnsanlık ve doğa sevginin boyasından çıkmışlardır. Şüphesiz, insan vücudu beş elementten meydana gelmiştir, ama kalbin atmasına, akciğerlerin nefes almasına neden olan ne veya içsel neşeyi ne veriyor? Yanıt sevginin gücüdür. Sevginin gücü, yaradılışın başlangıcından itibaren her bir kişinin içine “inşa edilmiştir”. Dışarıdan hiçbir gücün etki edemediği, insan vücudunun en içteki gizli yerine yerleşmiştir. Tüm büyük ustalar onunla bağlantıdaydılar ve ondan sözettiler. İsa ona Ruh dedi. Musa onu “Tanrı’nın ateşinden Ruh meydana geldi ve dünya ortaya çıktı” diye anlattı. Ruh herbir kişinin içinde, sakrum kemiğinde, sonsuz sevgi sarnıcı gibi bulunmaktadır. “Sakrum” kelimesi Yunanacadan gelmektedir ve kutsal demektir. Bu da eski Yunanlıların bu kemiğin içinde kutsal bir gücün varlığını bildiklerini göstermektedir.

Kundalin adı verilen içsel daimi gücün bilgisi, eski Hindistan’da, İÖ 5000 yıllarında biliniyordu. Öğretim, kişinin kendi Ruhunu öğrenmediği takdirde tamamlanmamış sayılıyordu. Eğitim sadece maddenin öğrenimi değildi, ama herşeyden önce Ruh’u deneyimlemekti. Pluton gezegeninin 2000 yılına girişi ile, kendimizin bilgisini ne zaman arayacağımız ve Ruh’un içsel gücünü ne zaman deneyimleyeceğimiz ve yaşayan bir organizma olarak kendimizin içsel köklerini nerede soruşturacağımız ile ilgili mutlak öğrenme zamanına da gelindi. Hücrelerimiz nasıl yenileniyor, iyileşiyor, dengeleniyor ve kendi şekillerini yitirmeden  nasıl oluyor da yapılarını yeniden işleyebiliyor? Yaralanmış bir doku en baştaki formuna nasıl dönüyor? Neden vücut içine giren bütün yabancı maddeleri dışına atarken cenini atmıyor? Büyük usta Sokrates de bu soruların cevabını aradı: En sonunda şu sonuca vardı, “Kendini tanı.” Kendini tanımak herhangi bir ders kitabından öğrenilemez. Bu içsel bir tanımadır, Ruhu tanıyınca ve onu bilince kişi herşeyi bilir, nükleer alanın ötesini bile. Ruhu deneyimlemiş biri için bunu başkalarına da iletmek mümkündür. Aksi halde, bir ömür boyu bile onu öğrenmeye yetmezdi.

İsa Mesih’de bu bilgi hakkında konuştu:

“Ve İsa yeniden onbirle konuştu ve dedi: ‘Ayrıldığım için üzülmeyin, gitmem en iyisi. Gitmezsem, Rahatlatıcı size gelmeyecek. Bunları sizinle bir bedenin içindeyken konuşuyorum, ama Kutsal Ruh gücü ele aldığınla, lo, size çok daha fazla öğretecek, ve sizin aklınıza size söylediğim herşeyi yeniden getirecek. Daha söylenecek çok fazla şey var; bu çağın göremeyecekleri ile ilgili, çünkü anlaşılamazlar. Ama, lo, söylüyorum, Tanrı’nın geleceği büyük günden önce, Kutsal Ruh tüm gizemleri bilinir kılacak.

Canın, hayatın, ölümün, ölümsüzlüğün gizemleri; insanın diğer insanlarla ve Tanrısıyla bütünlüğünün gizemi. Böylece dünyaya, gerçek yol gösterecek, ve insan gerçek olacak. O geldiği zaman, Rahatlatıcı, size anlattığım gerçeğin ve günahın dünyasını, dürüstün yargılanmasının doğruluğunun dünyasını ikna edecek; ve sonra cinsel hayatın prensi dışarı atılacak. Ve Rahatlatıcı geldiği zaman sizin için araya girmem gerekmeyecek; sizin için onaylanmış olacak, ve Tanrı beni bildiği gibi sizi de bilecek.’ “

Kısım 162, s.4, İsa Mesih’in Aquarian İncil’i (İsa konuşuyor)

Şükürler olsun ki, Shri Mataji Nirmala Devi’nin gelişi ile, bu kehanet gerçekleşti. Bugün, gerçeği arayan herkes için, sakrum kemiğinde bulunan sevginin gücünün Shri Mataji tarafından uyandırıldığı eşsiz Sahaja Yoga yöntemi ile kendi Ruhlarını deneyimlemek mümkün. Shri Mataji, “Ruh herbirimizin içinde vardır. O sizin kişisel Annenizdir, sizi besleyendir ve sakrum kemiğinizde bulunur. Bu gücün adı Kundalini’dir. Şefkat doludur, yatıştırır, besler ve sever. Sakrum kemiğinin içinde üçbuçuk sarım halinde bulunmaktadır ve doğru zamanda, aydınlanmış bir varlık tarafından uyandırılma fırsatını beklemektedir. O sizin kişisel Annenizdir. Size nasıl zarar verebilir? Sizin hakkınızda herşeyi bilir ve size ikinci doğumunuzu vermek için büyük bir arzuyla bekler.” diye anlatır. 

Sahaja Yoga herhangi bir beceri veya zekaya bağlı değildir. Hem içte hem de dışta olan çok daha hassas bir güçle çalışır. İçimizde, bu organik güç, hareketlerimize ve reaksiyonlarımıza yanıt veren Kundalini olarak tanımlanır. Ruhun idrakı merkezi sinir sistemini aydınlatır, Ruhun kendini içimizde ifade etmesini vibrasyonlar yoluyla hissedebiliriz. Dikkatimiz içsel bilincimize hareket ettiğinde, herkesin Kundalini’sine de hareket ederiz. Kundalini’yi, onun doğasını, başkalarındaki pozisyonunu hissetmeye başlarız. Böylece  Kolektif Bilinçlilik yerleşir ve biz Evrensel bir varlık oluruz. Bir müddet sonra, diğer kişi kimdir söyleyemeyiz. Sevginin gücü o kadar büyüktür ki, parmaklarımızın hareketiyle bile başkalarının Kundalini’sini hareket ettirebiliriz. İşte, insanoğlunun kitlesel evrimi böyle gerçekleşir. İşte böyle, bu Kova çağında, gerçek, gerçek olmayandan ayırdedilir. İlginçtir ki, bu, beşinci yüzyıl kahini Kudüslü John’nun vizyonu olan Altın Milenyum’la uyuşmaktadır:

“Bu milenyum bittikten sonra gelecek olan milenyum’da, insanın gözleri nihayet açılacak. Onlar artık kafalarında ve şehirlerinde tutsaklık yaşamayacaklar, ama Yeryüzünü bir baştan bir başa görebilecekler ve birbirlerini anlayacaklar. Birine acı çektiren şeyin diğerini de incittiğini bilecekler. İnsan, herbirinin küçücük bir parçası olduğu büyük bir vücut oluşturacak. Hep beraber bu vücudun kafasını oluşturacaklar. Herkes tarafından konuşulan ortak bir dil olacak ve böylece, nihayet, görkemli bir insanlık varolacak…

…çünkü Anne en yüksek hükümdar olarak gelecek; geleceği yönetecek ve felsefesini insana buyuracak. Milenyumu takip eden bu milenyumun Annesi olacak. Şeytanın günlerinden sonra, bir Anne’nin yumuşak tatlılığının ışınlarını yayacak. Barbarlık günlerinden sonra, güzelliği somutlaştıracak. Milenyumu takip eden milenyum bir ışık çağı ile başkalaşacak: İnsan birbirini sevecek, herşeyini paylaşacak, rüya ve rüyalar gerçeğe dönüşecek…

Böylece insan ikinci doğumunu alacak. Kardeşlikte birleşecek insan kitlelerini Ruh yönetecek. Böylece, barbarlığın sonu ilan edilmiş olacak. Yeni bir inanç çağı olacak. Milenyumu izleyen milenyumun başındaki kara günleri bayram günleri izleyecek: insan bir kere daha insanlığın doğru yolunu bulacak ve Yeryüzü bir kere daha ahenk içinde olacak.

Yeryüzünün ve gökyüzünün bir başını diğerine bağlayan yollar olacak; ormanlar bir kere daha balta girmemiş, çöl bir kere daha sulanmış ve su bir kere daha temiz olacak.

Yeryüzü bir bahçe gibi olacak: insanoğlu yaşayan herbir canlıyla ilgilenecek ve kirlettiği herşeyi temizleyecek. Yeryüzünün bütününün onun evi olduğunu anlayacak ve yarını bilgelikle düşünecek. İnsanoğlu Yeryüzü ve kendi vücudu hakkında herşeyi bilecek.  

Hastalıklar ortaya çıkmadan tedavi edilecek ve herkes kendini ve diğerlerini tedavi edecek. İnsan, namuslu kalmak için kendisine yardım etmesi gerektiğini anlayacak; ve suskunluk ve açgözlülük günlerinden sonra insan kalbini ve kesesini fakirlere açacak; kendisini insan türünün iyileştiricisi olarak tanımlayacak ve böylece, nihayet, yeni çağ başlayacak. İnsanoğlu vermeyi ve paylaşmayı öğrenince, yanlızlığın acı günleri bitecek. Ruh’a bir kere daha inanacak ve barbarların sesi duyulmayacak… Ama bütün bunlar savaşlar ve yangınlardan sonra olacak, bütün bunlar Babil’in yanmış kulelerinin küllerinden yükselecek. Ve kaosu düzene sokmak ve insanı doğru yola getirmek için güçlü bir ele ihtiyaç duyulacak.

İnsanoğlu, tüm yaratıklara saygı duyulması gerektiğini öğrenecek. İnsan, hayatı boyunca, birden fazla hayat yaşayacak ve ışığın asla sönmeyeceğini öğrenecek…”

3. Bölüm

ÜÇ BOYUTUN VİZYONU

Amerika, Hindistan ve Doğu’daki eski kabileler doğanın güçlerine tapınırlardı. Her güç, toprak, güneş, ay, deniz, rüzgar insanlığın devamının temeliydi. Alınan ne ise, onun için minnetar olmak doğal birşeydi. Görünüşe göre, güçlerin gönlünü çelerek, onların bolluk getiren kutsamalarını alacaklarına inanıyorlardı.

Bereket ve besin kaynağı olarak toprak, Anne olarak saygı görürdü. Isı gücüyle hasatı olgunlaştıran güneş, erkek güç olarak temsil edilirken ay, serinletici özelliğinden dolayı, dişi, pasif güç olarak tanındı. Bu yüzden, Zen ustaları da enerjinin bölünmesini yin ve yang olarak kabul ettiler.

Şaşılacak şeydir ki, insan beyni de erkek ve dişi olarak iki boyuta ayrılmıştır. Beynin sol tarafı, güneş kanalı diye adlandırılan bir yoldan geçerek vücudun sağ taraf fonksiyonlarını kontrol eden  erkek boyuttur. Beynin sağ tarafı, ay kanalı diye adlandırılan bir yoldan geçerek vücudun sol taraf fonksiyonlarını kontrol eden dişi boyuttur. İnsan kişiliğine, ya boyutlar tarafından ya da bir metronom gibi bir boyuttan diğerine sallanıp duran daha akıcı bir kişilik tarafından hükmedilir. Her kişilik farklıdır ve kendine has birleşimler ve değişimler ortaya çıkarır. Birleşim ve değişimlerin tuhaf bir özelliği sabit olmamaları ve kolay etkilenir olmaları ve değişen şartlara çabuk adapte olmalarıdır. Belki de bu tuhaf özellik insanları evrendeki en ne yapacağı belli olmayan varlıklar yapıyor. Değişik medeniyetlerin farklı kültürlerinden ve bunların birliklerine olduğu kadar farklılıklarından da sorumludurlar. Örneğin, ay kanalının hükmünün etkisinde olan iki kişi çok kolay anlaşır. Ay kanalı ağır basan bir kişilik, muhtemelen güneş kanalı hükmü altındaki bir kişiliğin mantıki görüşlerine duygusal olarak reaksiyon gösterir.

Shri Mataji Nirmala Devi’nin öğretilerine göre, vücudun sol tarafında, ay kanalında, bizim saf arzu gücümüz bulunmaktadır. Bu kanal, belkemiğinin en altından başlayarak başın üstüne kadar gider; bilince geçmişteki hatıraları, harekete bir katalizatör oluşturan arzuları götürür. Bu kanal aktif kaldığı sürece,  insanın arzusu da yaşamaya devam eder. Bu güç sol kanaldan geri çekilmeye başladığı zaman, kişinin var olma hali durur. Bu kanal duyguları uyandırır ve beynin sağ tarafında süperegoyu oluşturur. Bu da insan ruhunu daha geniş bir duyumda gösterir.

Bununla birlikte, arzuları yerine getirmenin ve onları doyuma ulaştırmanın bir yolu olmalı. Güç, ruh halini, güneş kanalı denen vücudun sağ tarafında harekete geçmek için ele geçirir. Vücutta harekete geçen bu güç, harekete geçen arzudur. Harekete geçmek için, kişinin fiziksel vucudunu ve aklını kullanması gerekir. Fiziksel aktivitenin ve aklın bir ürünü olan bu kanal, beynin sol tarafından egoyu oluşturur ve geliştirir. Güneş kanalı erkek yang niteliklerini içine alır; analiz etmek, rekabet, saldırganlık, vb. Ay kanalı, dişi, yin niteliklerini içine alır; yumuşaklık, karşılık verme, işbirliği, önsezi, vb. Hem sol hem de sağ kanallar fiziksel bedende, belkemiğinin dışında, sempatik sinir sistemi olarak ifade olunurlar.

Beynin iki yarıküresi zıtlık teşkil ederler ama tamamlayıcı bir nitelikle çalışırlar. Vücudun sağ tarafını denetleyen sol yarıküre düşünmek, plan yapmak ve analiz etmek gibi doğrusal işlemde uzmanlaşmıştır. Sağ yarıküre vücudun sol tarafını denetler ve duygu, hatıra, arzu, vb ile ilgilenir.

Kişi harekete geçtiği zaman, cahilce, herşeyi kendinin yaptığını düşünür, ama aslında yapılan sadece ölü iştir. Yaşayan tüm işi doğa yapar. Örneğin, insan bir ağacın büyümesini sağlayamaz, ama bir ağacı kesebilir, onu öldürebilir ve ondan mobilya yapabilir. Bununla birlikte, yaşayan bir eser meydana çıkarmanın yapma kibiri, onun egosunu güçlendirir. Elde ettiği herşeyin listesini tutar. Egosu bir balon gibi şişmeye başlar, ve öyle bir an gelir ki, beyinde daha fazla şişmek için yer kalmaz. Sonuçta, gerilim ters yöne doğru akmaya başlar ve süperegoda baskı yaparak sol kanala aşırı yüklenir.

Aşırı zihinsel ve gelecekçi olan kişiler, maddi kazanç elde etmenin planlarını yapmaya ve başkalarını kontrol altına almaya meyilli olurlar. Gelecekçi, sağ kanal insanları herşeyi çabuk bir şekilde yapmaya eğilimlidirler.  Bu süreç içinde de şu anın neşesini kaçırırlar. Hızlı bir işadamı, milyonlar kazanmakla o kadar meşguldür ki o paraların tadını çıkarmaya vakit bulamaz. Buna ek olarak, kişiliği kuru, saldırgan ve kurnaz bir hale gelebilir. Egonun kör ettiği bu kişi sonuçta saçma ve aptal biri olu çıkar. Öyle bir dereceye gelir ki, karısını çarparken kapıyı öpen bir adama benzer. Veya arabasının anahtarını heryerde arayan ve bulamadığı için de herkesi suçlayan bir adamın sonunda anahtarının hep yanında olmuş olduğunu farketmesine benzer.

Aşırı duygusallık ay kanalındaki zayıflıktan ortaya çıkar. Bu, büyük sevinçlerle derin depresyonlar arasında dramatik bir gidip gelmeye neden olur. Sol kanal insanları son derece şartlanmalıdırlar. Değişime karşı direnirler ve değişim onları korkutur. Daima geçmişte yaşarlar ve onu yüceltirler. Bu kanaldaki aşırı yüklenme sonucu oluşan baskı delilik, epilepsi ve bunaklıkla sonuçlanabilir. Sol kanal tıkanıklıkları bulaşıcıdır ve bir virus gibi bir kişiden diğerine kolayca geçebilir. Çok ağır sol kanal duygusallığı sendromu altında olan kişilerin, bu sendromlarını sol kanalı zayıf olan kişilere geçirme gibi doğal bir yetenekleri vardır. Zayıf bir duygusal kişilik bulaşıcı hastalıktan daha kolay etkilenir. Duygusal sendromlar onları derin depresyonla sonuçlanan ruh hallerine götürürler. Negatif vibrasyonların iletimi kendiliğinden ve bilinçsizce meydana gelir. Onları ileten kişi bunu genelde kasti olarak yapmaz ama buna karşı herhangi bir kontrolü de yoktur. Kişi ne kadar çok duygusalsa, iletişim halinde oluğu kişiye o kadar çok kendi ruh halini geçirmeye eğilimlidir. Bu vibrasyon alışverişi kişiler arasında bilinçsizce sürekli devam eder. Sadece kişinin dikkatini bir başkasına koymasıyla bile, onun çakralarındaki tıkanıklıkları kendisininkilerde hissedebilir. Hantal veya rahat insanların birbirlerini nasıl hissettikleri herşeyden önce onların vibrasyonlarının etkileşimine bağlıdır. Bu vibrasyonların başka bir kişiye nüfuz etme derecesi onların birbirleri arasındaki duygusal ilişkiye bağlıdır. İletim bir anda olur. Bununla beraber, Sahaja Yoga metodları ile, kişinin kendini onlarla iletişimden koruması veya onları üstünden atması mümkündür.

Nigatif vibrasyonlar, beraberinde taşıyıcının bütün negativitelerini ve rahatsızlıklarını taşıyan sosyal virüsler gibidirler. Bundan dolayı, bir kişi bu vibrasyonları emdiği zaman, taşıyıcının bazı problemlerini ve rahatsızlıklarını azaltır. Bu sanki taşıyıcının kendi olumsuz niteliklerini başka bir insana bilinçsizce yüklemesi gibidir. Bu iletim öylesine açıktır ki bazen aşırı yükleme yapan negativite alcının kişiliğinde bir parazit gibi baskın çıkmaya devam eder. Bu durum alıcının zihinsel yeteneklerini engelleyebilir ve alıcı, vericinin kişiliğinin bazı özelliklerini elde edebilir. Tıpkı sömürgecilik gibi. Tıp bilimi bunun psikosomatik bir hastalık olduğunu tehşit etmekle yanılmış olabilir, ama aslında bu hastalığı iyileştirecek bir ilaç yoktur.  Bunula birlikte, Sahaja Yoga meditasyonları ile, aşırı yüklenilen negativiteden kurtulmak ve kişiliği ve sağlığı yeniden elde etmek mümkündür. Ruh, negativiteyi emmeye karşı bizi korumada ve aşırı yüklenilen negativite ile savaşmada önemli bir rol oynar. Ruhun kendi içinde, kanallar ve çakralar ağı ile çalışan bir savunma mekanizması vardır, yeter ki onun çağrılarına kulak verelim.

Anlaşılıyor ki, kişinin kendi iyiliği için pozitif vibrasyon bölgesinde kalması, pozitif vibrasyon yayan insanlarla yakınlık kurması ve idealde, denge durumunda kalması ki böylece dışarıdan yayılan negativiteye karşı hassas olmaması çok önemlidir. Kundalini yedinci merkezi delip geçtiği zaman, kişi şahitlik konumuna erişir ve etrafındaki negativitelerden etkilenmez. Herşeyin farkındadır ama hiçbirşeyden etkilenmez. Bu nedenle bizim yükselişimizin kendisi en güvenli vanadır.

Pozitif vibrasyonların gücü hertürlü negativiteden çok daha fazla büyüktür. Bir başka insana pozitif vibrasyon yayarak, ondaki negatif vibrasyonları yok etmek mümkündür. Normalde bu, kişi pozitif vibrasyonlara açıksa mümkün olur. Bu yolla, insanların hatalarını onları severek düzeltebiliriz. Sevginin vibrasyonları mucizevi bir şekilde çalışır. Eğer en kronik hastalıklar bile vibrasyonlar aracılığı ile iyileştirilebiliyorsa, o zaman ölü alışkanlıklar ve negatif düşünceler neden iyileştirilmesin? Küçücük bir grup insan bile meditasyon yapmaya başladığı zaman, onların pozitif vibrasyonları toplumu temizler ve toplumun üzerinde çok pozitif bir etki bırakır. Bir yerde, doğa vibrasyonlara karşı daha hassastır ve onlara olumlulukla yanıt verir. Örneğin, çiftçiler tohumları vibrasyonladıktan sonra ekince hasatın katlandığını keşfettiler, bu da onları korumak için kimyasal gübreye ihtiyacın kalmaması demektir. Pozitif vibrasyonların idaresi altında hava koşulları da olumlu yönde etkilenir. Yeni binyılın arifesinde, Sahaja meditasyon grupları, barış bilincini, uyumu ve bütün dünyadaki “içsel bağlantı”yı hızlandıran toplumlardır.

Şimdi, sakrum kemiğindeki sonsuz güç olan Kundalini vizyonumuza geri dönelim. Eğer onun insan vücuduna girşini tekrarlarsak,  ortada solmuş bir iz keşfederiz. Bu üçüncü boyutu oluşturan orta kanaldır. Bu iz başın üstüne, bıngıldak kemiği bölgesine kadar gider. Sahaja Yoga metoduyla, Kundalini uyandırılır. Kundalini uyandıktan sonra, yükselmeye başlar ve en alttaki merkezden en yüksekteki merkeze doğru bıngıldak kemiğine kadar hiyerarşik bir şekilde çıkar. Bu bölgeye kendini  yerleştirdikten sonra, bize, heryeri kaplayan sevginin gücünün eşsiz deneyimini verir ve bir kutsama, bilinçlilik ve gerçek konumunun zevkini tadarız. Bu konumu ancak bir şair tasvir edebilir:

“İçsel görüşe eriştim

Ve benim içimdeki ruhun sayesinde

Senin inanılmaz sırrını duydum.

Senin mistik anlayışın sayesinde

Bir bilgi ilkbaharına sebep oldun

Benim içimde fışkırmak için,

Bir güç kaynağı, dışarıya yaşayan bir deniz akıtan

Bir sevgi ve heryeri kaplayan bilgelik seli

Tıpkı Ebedi Işığın parlaklığı gibi.”

Arayan’ın deneyimi’nden

Bu deneyimi bir anda da yaşayabiliriz veya biraz zaman da alabilir, bu dördüncü boyut denen başka bir etmene bağlıdır.

Dördüncü boyut elektromanyetik enerfi alanının yedi enerjisinden oluşur, bunlara çakralar da denir. Bu parasempatik sinir sistemini oluşturur. Kundalini kendini bıngıldak kemiği bölgesine yerleştirmeden önce bu merkezlerin altısından geçmek zorundadır. Eğer bu merkezler hasar görmüş veya tıkanmışsa, görevi zorlaşır. Öte yandan, kendisi içsel enerji kaynağı olduğu için, onarma ve tıkanıklıkları açma yeteneğine sahiptir. Bu belli bir süre çerçevesinde yapılan bir iş değildir, ama  Sahaja Yoga meditasyon teknikleri sayesinde, başarı mutlaktır.

Sempatik ve parasempatik sinir sistemleri merkezi sinir sistemini kullanırlar. Zekanın uyaran içtepisi, bu hassas merkezlerden sempatik ve parasempatike ve merkezi sinir sistemine beyin hücreleri tarafından geçer ki böylece vücut hücrelerinin dokuları kendi zekalarını meydana getirirler. Başka türlü, bir hücre birleşip çoğalmayı nasıl bilebilir? Vücut, sempatik ve parasempatik sinir sisteminden alınan uyarıcı aklın ötesine nasıl geçeceğini nasıl bilebilir?

Her hücre yaşayan bir varlıktır ve yaşayan herşey kendi genleri aracılığıyla bilinçliliğe danışır. Çünkü hücre bilinçtir, o canlıdır. Aksi halde ona ölü denirdi. Onun bilinçlilikle bağının koptuğu anda, o artık ölü demektir. Herhangi bir kanalda aşırı yüklenme olduğu zaman, bu kanalı tahriş eder ve duyarlılığını köreltir, böylece onun uyarıcılığı zayıflar. Sonuç olarak, sinir sistemi, sempatik ve parasempatik sinir sisteminden gelen mesajları okuyamaz hale gelir. Hücreler ve dokular yanlış çalışmaya başlarlar ve psikosomatik hastalıklara sebep olurlar. Herhangi bir yerin veya hücrenin aşırı hareketliliği dengesizlik yaratır. Merkezlerden gelen vibrasyonların tükenmesi, kronik düzeyde, kanser gibi hastalıklara sebep olur. Böylece, Daimi Gücün vibrasyonları ile bağın azalmasıyla  insan vücudunun kötüleşme süreci başlar. Aşırı insan eğilimleri insanoğlunu doğa yasalarının korumasından uzaklaştırır. Onun dengeleyici etkisi olmadığında, iç yıkım kaçınılmazdır.

Sol veya sağ boyuta giden dikkatimizin hareketi, gerçeği değil sadece tek taraflı bir vizyonu sağlar. Kişinin böyle sınırlı bir bakış açısı olduğu zaman, kendi çatışma halindeki uçukluklarıyla yüzleşmesini de sınırlamış olur.  Bütün zıtlıkların sebebi budur. Öte yandan, merkezdeki, vizyon mutlak gerçeği kapsar. Ortak bir vizyon ve ortak bir gelecek olduğu zaman, ters düşmeler veya çekişmeler için bir neden kalmaz

Kundalini orta kanaldan yükselirken, güneş ve ay boyutlarını merkeze doğru emer, böylece iç dengeyi ve uyumu sağlar. İç dengeyle bütün çözümler belirginleşir. Merkezde, kişi doğal olarak, sol ve sağ boyutlarının uçukluklarından çok daha dengeli bir şekilde, herşeyi görmeye başlar; böylece kişilik birleşir ve dengelenir. Doğal olarak dengeye gelen bir toplum, barış doludur, ilerleyici ve başarılıdır. Örneğin, güneş kanalı kendini, öğrenme ve geliştirme sürecinde ifade eder. Bu yetenek, yeni yapıların, davranış şekillerinin ve kavramsal düşünmenin yaratılmasına önderlik eder. Bu yaratıcılığı, soyut düşünmede, sembolik konuşmada, sözsüz resimde ve diğer sanat formlarında kanal olarak kullanırız. Öte yandan, eğer bir sanatçının vizyonu sol veya sağ boyuttan geliyorsa, o zaman yaratıcılığı, şartlanmalarından veya zihinsel algılarından olayı  sınırlı hale gelir. Özgünlüğün sonsuz dünyasına uçuş sadece mutlak özgürlükle mümkündür. Mutlak özgürlük, sanatçının vizyonu, onu yaratıcılığın sonsuz kaynağına bağlayan – kolektif bilinçlilik, merkezde hareket ediyorsa elde edilir.

Dört sene evvel, İngiliz bir fizikçi, Roger Penrose, yeni bilginin kaynağını analiz etti. Bu analizi, değişmez modern matematik ve fiziği temel alarak yaptı. Dedi ki, teoremler ve kanunların ispatlarını anlayabiliriz ama, yeni bilginin nereden geldiğini ancak, biryerlerde herşeyle ilgili bütün bigilerin biriktiği bir bilgi bankasının var olduğunu varsayarak anlayabiliriz. Bunun yanında, bu bilginin bilim adamlarının aklına nasıl nüfuz ettiğini izah edemeyiz.

Sahaja Yoga’nın keşfine kadar, onun insan beynine nasıl nüfuz ettiği açık değildi. Einstein da İzafiyet Teorisi’ni nasıl bulduğunu anlatırken, aynı görüşü dile getirdi: “Bilmiyorum ama, bilinmeyen biryerde içime doğdu.” Kundalini’nin uyanışı deneyimiyle, Kundalini yedinci merkezi deldiği zaman, insan bilincini Tanrı’nın heryeri kaplayan sevgi ve yaratıcılık gücüyle bağlantıya soktuğu açıktır. Bağlantıdan sonra, kişi arzu ettiği bilgiye dikkatini koyduğu zaman, kozmik bilgi bankasına başvurmuş olur. Aynı şekilde, sanatı da ondan esinlenir ve toplumu daha yükseğe gitmeye çağırır. Örneğin, Michelangelo’nun, Leonardo da Vinci’nin, Raphael’in, Rembrandt’in sanatı vibrasyonları coşturur. Arayış içindekiler, onları daha yüksek bir bilinç konumuna götüren vibrasyonların katsayısıyla düşüncesiz hale gelirler. Birçok Rönesas sanatçılarının yaptığı Meryem Ana ve çocuğu’nun tablosu da vibrasyon okyanuslarını tutuşturur. Bach, Mozart, Beethoven, Vivaldi, Strauss, Schubert’in müziği ve en çok da Hint klasik müziği bizi ruhumuzun derinliklerine götürür. Kundalini yükseldiği için, kişi derinleşir ve toplum olgunlaşır. Olgunluk toplumda büyüdüğü zaman, kolektivitedeki kara delikleri de kaynaştırır. Kolektivitenin, Sokrates’in insanlık diye tanımladığı, tüm dünya toplumuna tek bir aile gibi bakma kabiliyeti vardır.

İsa Mesih’in Barış İncili’nde, öğrenci John’un da benzer bir vizyonu vardı:

“Ve sonra, İnsan’ın oğulları, gerçek kerdeşler gibi, birbirlerine sevgi verecekler, Cennetsel Baba’larından ve Topraksal Anne’lerinden aldıkları sevgi ile birbirlerini rahatlatacaklar. Ve sonra, bütün şeytanlar ve kederler yeryüzünden yokolacaklar, ve tüm yeryüzünde sevgi ve neşe olacak. Ve sonra, yeryüzü cennetler gibi olacak, ve Tanrı’nın Krallığı gelecek.”

Bu yüzyılın başlarında, büyük Hint kahini, Rabindranath Tagore da tüm inanç ve mezheplerin insanlarının gelişimini önceden gördü:

“Gelin, O Ari olan ve Ari olmayan,

Hindu ve Müsliman,

Gelin, O İngiliz ve sen Hristiyan,

Gelin, O Brahmin,

Aklınızı saflaştırın ve herkesin eline dostça vurun;

Gelin, O haksızlığa uğramış olanlar,

Ve bırakın zilletinizin tüm ağırlığı yokolsun.

Geride kalmayın ama siz hepiniz gelin

Tastik etmek için Anne’yi,

Bharat’ın kıyılarında,

Tüm insan ırklarının bir araya geldiği yerde.”

4. Bölüm

DÖRDÜNCÜ BOYUTUN VİZYONU

Dördüncü boyut, tıpkı gezegenler dizgesi gibi karmaşık bir galaksiler ağı oluşturur. Mikrokozm (insan) içinde, dışarıdaki makrokozmu yansıtır. Belki bir gün bilimadamları nasıl olduklarını ve birbirlerini nasıl etkilediklerini keşfedecekler. Şimdilik biz çalışmamızı içimizdeki gezegenler dizgesi nasıl çalışıyor ve birbirleriyle nasıl ilişki kurup bizim kişisel, kolektif ve gezegensel büyümemizi belirliyorlar, bununla sınırlayalım.

Merkezi kanalları değişik noktalarda kesen yedi ana merkez vardır ki bunlar çakralar veya tekerlekler olarak da bilinirler. Onlara tekerlekler denir, çünkü yatay bir düzlem etrafında, saat yönünde ve belli bir frekansta dönerler. Bu dönüş sırasında milyonlarca vibrasyon yayarlar. Kendilerini fiziksel olarak, omurilikte, sinirağları olarak ifade ederler ve insan vücudundaki organları yönettikleri gibi ilgi bölgenin nöroendokrin sistemini de kontrol ederler.

Herbir merkezin ekseni bilincimize bağlıdır. Bu nedenle, her merkez hareketlerimize ve reaksiyonlarımıza karşı son derece duyarlıdır. Zihinsel, duygusal, fiziksel ve ruhsal hareketlerimiz bu merkezlere kaydedilir. Bu hareketlerin etkileri negatif veya pozitif olabilir. Negatif bir etki veya sorumsuz bir davranış merkezi zayıflatır, buna karşın pozitif bir etki merkezi güçlendirir. Merkezin zayıflaması, onu bozulmaya veya hastalığa karşı daha hassas hale getirir. Bunun da ötesinde, bu çakralar, diğer insanlar, arkadaşlar, ilişkiler, ekoloji, kirlilik ve doğanın diğer güçleri olan dış etkenlere karşı da duyarlıdırlar. Tıpkı vücudun bir arkadaştan soğuk algınlığı virusü kapması gibi, aynı şekilde kalp çakrası da yakın bir arkadaşın veya akrabanın kalbinden bir ağrı kapabilir. Fiziksel yakınlık gerekli değildir. Bu, o durumlara karşı olan duygusal bağımlılıktır. Nasıl çakralar vibrasyon yayıyorlarsa, başkalarının ve dış güçlerin vibrasyonlarını da emerler.

Kundalini uyanmadan önce, çakralarımız çoğunlukla, hareketlerimiz ve reaksiyonlarımız tarafından kaydedilen yaralanmalar ve şoklarla tıkanmışlardır. Herbir çakranın belli bir işlevi vardır ve bilincimizin ve bilinçaltımızın hareket şekilleri onun sağlığına zararlı olabilir. Örneğin, ilk çakra cinsel taciz ile tıkanabilir, ikincisi alkolle, üçüncüsü zihinsel stresle, dördüncüsü duygusal travmalarla, beşincisi suçluluk duygusuyla ve altıncısı affedememekle. Bir kişi veya bir alıcı, vericinin bu tıkanıklıklarından herhangi birini yansıtabilir, tıpkı bir ayna gibi. Bunun da ötesinde, yansıma kendini, tıpkı bir canlandırma gibi gerçeğin içinde harekete geçirir.

Örneğin, vericinin kalp çakrasındaki tıkanıklık, ona duygusal olarak bağımlı olan başka bir kişinin veya bir alıcının kalp çakrasına yansıyabilir. Alıcı bu tıkanıklığın neden olduğu ani ve şiddetli bir ağrı ile acı da çekebilir. Alıcının Kundalini’si bu tıkanıklığı açmak için savaşınca, bu aynı zamanda vericinin tıkanıklığını da yokeder. Bununla birlikte, eğer alıcı dikkatini uygun bir biçimde soruna koymazsa, o zaman bu tıkanıklık vericideki halinin aynısı olarak alıcı tarafından emilebilir ve alıcı aynı sonuçlardan dolayı acı çekebilir.

Bunun da ötesinde, başka bir arkadaş vericiden tıkanıklığı kapabilir. Bu durumda tıkanıklık bir virüsten daha hızlı bir şekilde bir kişiden diğerine yayılır ve tüm aynaların aynı çatlağı yansıttığı kolektif bir tıkanıklık meydana gelir. Gerçekten de, kişi her toplumda belli zayıflıklar veya özellikler gözlemleyebilir. Aslında bunlar kolektif tıkanıklıkların ortaya çıkmasıdır.

Diğer yandan, kolektivite, halkın belli bir çakrasının üstün niteliklerini ortaya çıkaran kuvvetli özelliklere sahip olabilir. Bu da, bazı ulusal karakteristikleri ve bazı ulusların belli bir çakrasının nasıl daha gelişmiş olduğunu açıklıyor. Örneğin, hintlilerin, masumiyete olan keskin duyarlılıkları sonucu ortaya çıkan  kuvvetli bir birinci çakraya sahip oldukları tespit edilmiştir. İtalyanlar, ikinci çakradan yayılan son derece yüksek bir estetik duygusuna sahiptirler. Dünyanın sanat hazinesinin yüzde yetmişbeşi İtalya’da bulunur. Gözlenen başka birşey de birçok şeyin bireysel kolektiviteye veya kolektiviteden bireye doğru işlemesidir. Örneğin, bir alıcının tıkanıklığı açılmaya başladığı zaman, bunun yansıması kolektif olarak da çalışır ve tıkanıklığı kapmış olan herkes onu temizlemeye başlar ve farkına varılır ki, tıkanıklık birdenbire yeryüzünden yokolmuştur.

Kuzey Kaliforniya’da, onbeş yıldan beri Sahaja Yoga yapan Ursula Doring şöyle bir deneyimi anımsar:

“Bir akşam Shri Mataji üstümde çalışarak çakralarımdaki tıkanıklıkları temizlemek için ikibuçuksaatini harcadı.  Süreç devam ederken, bana sürekli suçluluk duymamamı söylüyordu. Onun kişisel dikkati için bekleyen bir sürü kişi vardı, kendimi onun değerli vaktini bu kadar çok aldığım için suçlu hissediyordum ve her fırsatta yavaş yavaş oradan uzaklaşmaya çalışıyordum. Birden yüzümü kendine çevirdi ve şöyle dedi: ‘ Kendini sadece bir kobay gibi düşün. Hatırla ki, eğer senin üzerinde çalışırsa, kolektif boyutta da çalışacak; seninle aynı sorunlara sahip olan diğerlerinde de çalışacak. O yüzden suçluluk duymamalısın. Bu vibrasyonların akışını engelliyor’.”

Sahaja Yoga’yı keşfetme, 1984 – Bağımsız Çalışma, CHS

Bu nedenle, nükleer bombanın yokedici gücü ile karşılaştırıldığında, içimizdeki bu ölümsüz gücün kuvvetinin ne kadar büyük olduğunu takdir etmek mümkündür.

Ekolojik sorunlar da çakralarda etkilerini gösterirler. Örneğin, bir şehirdeki gaz dumanlarının ağır kirliliği nüfusun kolektif boğaz merkezini tıkar. Böylece, bazı negatif kolektif kalıpların nasıl kurbanları haline geldiğini idrak edebiliriz. Yeni milenyumun başlangıcında, insan sağlığının gittikçe daha çok kolektif şartların merhametine muhtaç olacağı, bu nedenle de bu şartları kontrol etmenin ne kadar hayati bir önem taşıdığı açıktır. Nehirlerimizin, biosferin ve okyanusların kirliliği, içimizdeki kanallara, galaksilere ve okyanuslar ağına etki edecek. Dışarısı sadece içerinin bir uzantısıdır. Dünya gezegeni yaşamak için küçük bir yere dönüşmüştür. Endonezya’daki orman yangınları tersine olarak, Güneydoğu Asya topraklarında yaşayan milyonlarca kişinin boğaz çakralarına etki etmektedir. Yüzyıl dönümüde, çakralarımızın sağlığını korumak için, başkalarının çakralarının sağlığını da korumamız gerektiğini kabul etmeliyiz. Belki de bu İsa’nın söylediğinden pek de farklı birşey değildir: “Komşunuzu sevin.”

Akrabalık hem bireysel insan zekasını hem de dünya zekasını tüm gezegensel zeka ile bütünleştiririr. Bu, karşılık olarak, evrensel veya kozmik bir zekayla bütünleşmelidir.

Einstein, keşiflerinin birçoğunu kozmik zekaya bağlamıştır. Yetmişsekiz yıl önce, aşırı soğuğun belirli şartları altında, “bosons” denilen zerrelerin birbirinden ayıdedilemez hale geldiklerini farketti. Birbirleriyle birleşiyorlar ve kendi kimliklerini tamamen kaybediyorlardı. Einstein şöyle dedi: “Doğrusu, bu olabilir, ama sadece saçma denecek kadar soğuk derecelerde, o kadar soğuk ki sadece Tanrı’nın aklında varolabiliyorlar.” 5 Haziran 1995’de, bu saçma denecek kadar düşük derecelere bir laboratuarda ulaşıldı ve Einstein’in kehaneti gerçekleşti.

Atomlardan gezegenlere, maddesel şeylerin öylesine kısa dalga boyları vardır ki, sınırları, yerleri, ve hareketleri açıkça belli olan zerreler gibi hareket ederler, öte yandan en sıcak, en hızlı atomlar buharlaşmaya başlarlar.

Bu geçişin anahtarı zerrenin dalgaboyunun birbirlerinin üstüne gelecek ve böylece aşırı soğuma meydana getirecek kadar büyümesidir. Atom bulutları o kadar soğurlar ki bireysel kimliklerini kaybederler ve birleşirler. Sadece bir diğeri gibi olmakla kalmaz bir diğeri olurlar. Örneğin, bir düzinelik yumurta kartonu düşünün. Yumurtalar aynı kutu içinde birleşmişlerdir ama birbirlerini kırmıyorlar veya engellemiyorlar.

Einstein’in keşfi, kişisel insan zekasının, yeryüzü zekasının, gezegensel zekanın nasıl kozmik zeka ile belli bir bilinçlilik boyutunda birleştiğini açıklamaya yardımcı oluyor. Bunun tam tersi de söylenebilir, herşeyin en başında kozmik olanın yansıması vardır.

Bu nedenle, kişisel zeka ile ekosistemin birbirini etkilediği ve kozmik zekadan etkilendiği, ve herbir kişisel zeka ile başka bir kişisel insan zekasının birbirini etkilediği ve etkilendiği farzedilebilir. Negatif etki kendini fiziksel, duygusal veya zihinsel kargaşa olarak ifade eder.

Bu nedenle, insanlar arasındaki biyolojij, zihinsel, duygusal ve kültürel bağlar kolektif süreçten ayrı tutulamazlar. Bu Sahaja Yoga’da yapılan kolektif meditasyonlar ile kanıtlanmıştır. Çoğu zaman, kişisel bir tıkanıklık veya sorun kolektivitenin vibrasyonel gücü ile çözülür. Arayış içindeki bir kişi tek başına da meditasyon yapabilirken, kolektif meditasyonlarda çok daha büyük yararlar elde edebilir. Bu yüzden, kişisel yükselişte kolektivite zorunludur.

Sadece kendi kurtuluşunu düşünen bir organizma çevresini ve nihayet kendisini yokeder. Bir hücre tek başına büyümez, fakat bütün vücut büyür. Öyleyse, hayatta kalma ünitesi, sadece bir varlık değil, bundan ziyade, bulunduğu ortam ile etkileşim içindeki bir organizma tarafından benimsenmiş bir örgütlenme biçimidir. Hayatta kalan,  kendi ortamı ve kolektivitesi içindeki organizmadır.

Bu evrim geçirmiş vizyonun ışığında, yavaş fakat emin adımlarla sokulan, kolektif yapıyı bozan negatif olgulara karşı dikkatli olmak gerekmektedir. Kolektivitenin menfaati için, bu kötü ve fesat girişimleri ortaya çıkarmak ve onlara karşı koymak çok önemlidir.

Pasifleşerek, kişi eğer negativiteyi kabul eder veya ona karşı toleranslı olursa, o zaman kişi mutlaka kötü kaderine davetiye çıkarmış demektir, çünkü negativite bir kanser gibi büyür. Öte yandan, içimizde uyanmış olan dönüştürücü güç, yükselişimizde başarılı olmamızı sağlar ve bilgelik elde etmemize, harekete geçmemize ve karakterimizdeki zayıflıkları düzeltmemize izin verir.

5. Bölüm

İÇİMİZDEKİ MASUMİYETİN VİZYONU

İnsan bilincine çizilmiş en sevilen resim bir annenim çocuğunu kucakladığı resimdir. Bu saf arzu, eski geleneklerde Meryem Ana’ya ibadet edilerek ifade edilmişti. Onu izleyenler, onu tamamen eril olan teslisten daha yüksek bir ruhani kaideye yerleştirdiler. (Meryem Ana’ya “ibadet” bazı kültürlerde hala yaygındır, özellikle Hispanik ve Katolik geleneklerde ve bazı feminist Hrsitiyanlarda – ama hala bazı Protestanlar buna öfke duyarlar.)

“ Yeni doğmuş bir bebeğin vücudu bile

Annesinin rahminden doğmuştur

Size gerçeği anlatıyorum,

Toprak Anne ile bir bütünsünüz siz;

Sizin içinizde O, ve siz de Onun

Ondan doğdunuz siz

Onun üstünde yaşıyorsunuz.”

İsa Mesih’in Essene İncil’i

Bununla birlikte, İsadan önce 5000 yıldan da evvel, eski Hint medeniyeti, masum çocuğunu kucaklayan Anne’ye saygı gösterirdi. Onların ilişkilerinin masumiyeti kolektif bilince yerleşmiştir ve ölümsüz Anne’nin çocuğuna duyduğu sevgiyi yansıtır. Hayatın anlamı sanki Kutsal Anne sembolünde sevgi, çocukta da masumiyet olarak gizlenmiş gibidir ve bu sevginin ortaya çıkışı heryere yayılan Tanrı’nın gücüdür ve bu güç masumiyet aracılığı ile yayılır. İnsanın kanallarının onu yaratanın güzelliğini ve sevgisini yansıtması için mutlaka temiz olması gerekmektedir. Doğa ve hayvanlar masumiyetlerinin erdeminden dolayı daima Tanrı ile beraberdirler.

Masumiyet erdemi insanoğlunda omuriliğin ucunda yeralır ve buraya toprak merkezi denir. Bu içsel bir niteliktir ve yokedilemez. Sürekli olarak saldırılara uğrar ama asla mağlup edilemez, çünkü onun azmi, yaratıcımız tarafından yaradılışın en başından içine yerleştirilmiştir. Gücü sonsuzdur ve bu güç toprağa bağlandığı anda filizlenen basit bir tohumda görülebilir. Toprak onun annesidir ve çocuğunu besler. Aynı şekilde bizler de , masumiyet niteliğimiz sayesinde, bizi yaratan Ölümsüz Anne’nin Tanrısal sevgisi tarafından besleniriz. Bununla birlikte, eğer masumiyet aynamız başka şeylerle kaplanmışsa, onun sevgisinin gücünü hissedemeyiz. Hayat yolumuzda, birçok cehalet tabakası aynayı kaplar ve görüntüleri çarpıtır. Ama masumiyet niteliği asla kaybolmaz. Gerçeği yansıtması için aynayı temizlemenin bir yolu var.

Masumiyet yaşayan her canlının içsel bir niteliğidir. Bize destek, rehberlik ve koruma verir. Örneğin, yabancı bir varlık vücudumuza girmeye çalıştığı zaman, masumiyetimiz bağışıklık sistemimizi uyararak onu harekete geçirir. Bu bilinç olmadan, insan vücudu korunmasız kalır. Ayna ne kadar temizse, refleksler de o kadar hızlıdır. Aynı şekilde, bilerek veya bilmeyerek ruhumuza karşı bir harekete kalkıştığımız zaman, masumiyetimiz alarm zilleri çalmaya başlar. Onu duymamazlığa gelmeyi seçersek, birkaç şoktan sonra, masumiyet soğuk bir öfkenin içine bastırılır ve bu da birinci merkezin uyuşmasına neden olur. Örneğin, iffetli bir kadının masumiyeti, tecavüz olayındaki gibi, saldırıya uğrarsa, onun yaralanmış masumiyetinin travması akli dengesizliğe yol açabilir. Böyle bir aşağılanma masumiyetin kaldıramayacağı kadar fazladır.

Sadece kendi masumiyetimizin değerlerinin bilincine vardığımız zaman başkalarına ve kendimize saygı duyabiliriz. Bu bilinçlilik olmadan, seks tıpkı uyuşturucular gibi, kişisel bir tatmin dürtüsünden öteye gitmez. Uyuşturucular masumiyetimize saldırırlar ve onu ezmeye çalışırlar. Uyuşturucular ve süistimal edilmis cinsellik altında masumiyet uyuşur ve vücudu yabancı varlıklara karşı korumayı durdurur. Böyle şartlar altında HIV virüsleri vücuda nüfuz ederler. Bununla birlikte, Sahaja Yoga’da, Kundalini’yi uyandırarak ve onun vibrasyonlarıyla, masumiyet niteliği yeniden yerleştirilebilir.

Seks tamamen normal ve doğal bir insan arzusudur. Ama seksi olması gereken perspektifte anlamak gerekir. Seks, insanın yükselişinde asla bir rol oynamamaktadır. Kundalini’nin uyandırılmasıyla da hiçbir ilişkisi yoktur. Birçok tantrik ve esrarengiz yazarlar Kundalini’yi cinsel bir enerji olarak adlandırmışlar ve cinsel sıvılar ters döndürüldüğünde Kundalini’nin uyandığını iddia etmişlerdir. Vücut anatomisine biraz aşina olan biri, böyle bir ters döndürmenin imkansız olduğunu bilir. Bunun da ötesinde, Kundalini, cinsel organları yöneten birinci merkezin üstünde yeralır. Bu yüzden de kendisinin altında olan bir merkezden etkilenemez. Kundalini sadece, yetkili bir ruh tarafından Kundalini’si uyanmış olan Aydınlanmış bir Ruh tarafından uyandırılabilir. Yetkisi olmayan herhangi bir kişi Kundalini’yi uyandırmaya çalıştığı zaman, ki bu genelde büyü yoluyla yapılır, birinci merkezde karışıklık başgösterir, bu da doğal olmayan hareketlere neden olabilir. Kundalini’nin uyanışı son derece doğal ve neşe veren bir deneyimdir. Sonuç olarak, seksin kişisel yükselişte hiçbir rol oynamadığı açıktır.

Yeni doğmuş bir bebeğin masum gülüşü bize masumiyetimizi hatırlatır. Çocukluktan itibaren, masumiyet bizim temelimizdir ve bizi, yükselişimiz için gerekli tüm verilerle donatarak dikkatle besler. Masumiyet içimizde bilgelik ve sağduyu olarak gelişir. Howards ve Berkeleys bize kariyer yapmada nasıl başarılı olunabileceğini öğretebilir belki ama bilgeliği öğretemez. Öte yandan, toprak anaya yakın yaşayan basit çiftçiler doğal olarak bilgelik niteliğine sahiptirler.

“Bilgeliğin gerçek başlangıcı onu öğrenme arzusudur ve öğrenmeye duyulan ilgi ona duyulan sevgi demektir; onu sevmek demek onun yasalarını korumak demektir; onun yasalarını korumak ölümsüzlüğün garantisidir; ve ölümsüzlük bir insanı Tanrı’ya daha da yaklaştırır. Bu nedenle bilgelik arzusu, muhteşem bir kişiliğe önderlik eder…”

“…. Bilgeliğin içinde akıllı ve kutsal bir ruh vardır, kendi türünde tektir ama birçok nitelikten meydana gelmiştir, hassastır, sonsız sevecenliktir, açık seçiktir, lekesizdir, temizdir, zarar görmemiştir, iyi olanı sevendir, heveslidir, engel tanımaz, iyilikçidir, insanlara karşı naziktir, sadıktır, yanlışsızdır, üzüntü ona dokunamaz, çok güçlüdür, çok iyi gözlem yapar, ve bütün akıllı, saf ve duyarlı ruhlara nüfuz eder. Bilgelik hareketin kendisinden daha kolay hareket ettiği için, herşeye yayılır ve nüfuz eder, çünkü son derece saftır. Herşeye kadir Olan’ın zaferinden saf bir akış gibi, Tanrı’nın gücünden yükselen ince bir sis gibi; o yüzden, kirli olan hiçbirşey gizlice onun içine giremez. O sonsuza kadar yanan ışıktan akan parlaklıktır, Tanrı’nın aktif gücünün kusursuz aynasıdır ve O’nun iyiliğinin bir görüntüsüdür. O tektir ama herşeyi yapabilir; hiç değişmeyen kendisi herşeyi yeniler; çağlar boyunca kutsal ruhların içine girer ve onları Tanrı’nın dostları ve peygamberler yapar, hiçbirşey Tanrı tarafından kabul edilemez, yuvasını bilgelikle yapan insandan başka. O güneşten daha çok ışık saçar, tüm takım yıldızlardan daha parlaktır; günün ışığıyla karşılaştırıldığında, o daha üstün yapılmıştır; gün yerini geceye bırakır, ama bilgeliğe karşı hiçbir şeytan zafer kazanamaz. Dünyayı bir baştan bir başa döndürür ve herşeye tatlılıkla emir verir.”

Ahdiatik Apocryphal, Süleyman’ın Bilgeliği, Bl.5

Birinci merkez toprak elementinden yapılmıştır. Fakat toprağa yaşayan bir organizma olarak bakmak gerekir. Annenin gücü binlerce yıl önceden biliniyordu ve bereketlilik bağışlayan olarak ona ibadet ediliyordu. Avustralyalı Uluru yerlilerinin mitolojisinde Anne’nin gücüne inanılır. Bu nedenle, “Zamanın başlangıcında, yüce toprak Anne herşeye hayat verdi. O, hem insanın hem de hayvanların Ondan yükselip büyüdüğü yaratıcı güçtür.”

Bize ait tek toprağa derin saygı duyalım ve onun bütün mucizelerini, bitkilerini, hayvanlarını, havayı, suyu ve bulunduğu her yeri koruyacak kadar, doğaya karşı değil, doğa ile birlikte çalışarak bilge olalım.

“ Yedinci kominyon Topraksal Anne iledir, O’dur meleklerini insanın köklerine yol göstersin diye yollayan ve kutsal toprağın derinlerine gönderen. Topraksal Anne, sana yakarıyoruz! Kutsal Koruyucu! Besleyici! O’dur dünyayı yeniden düzenleyecek olan! Toprak Onundur, dünyanın ondan olan bütünlüğü, herşey onun içinde yaşar. İyiye ibadet ediyoruz, güçlüye, hayırsever Topraksal Anne’ye ve Onun meleklerine, cömert, yiğit ve çok güçlü…*

Esseneslerin İncili, Jesus konuşuyor

Evrimin ilk basamağında, önce amip gibi tek hücreli organizmalar şekillendi. Ondan sonra, gittikçe daha karmaşıklaşarak oldu, çokhücreli varlıklar gelişti. Bu toprak elementi tarafından yapıldı ve hayatın başlangıcıydı. Uyandığı zaman, manyetik gücü çalışmaya başladı. Bize yön bulma duygusunu veren ve daha yüksekte olan merkezleri dengede tutan ve destekleyen Anne’nin çekim gücüdür.

Gelecek dünyanın toplumu masumiyetin vizyonuna dayanmak zorundadır. Masumiyet aklın sadeliğinde kendini ifade eder. İnsanlar sade oldukları zaman süistimal edilemezler. Neşeli bir aileye dönüşerek olgunlaşan doğal ve uzun süreli ilişkilerden tatmin olurlar. Sağlıklı bir aile birimi huzurlu ve neşeli bir toplum yapısına olumlu katkılarda bulunur. Fiziksel ve geçici ilişkiler çok heyecan verici olurken kişiyi aynı zamanda güvensizliğe ve duygusal strese iterler. Güvensizliğe ve itimatsızlığa eğilimli bir ilişki tatmin edici olamaz. Masumiyetin tatminkarlığı olmayınca, kişi gittikçe daha çok arzular. Bu “daha” asla bitmez. Daima “daha” çekici, “daha” hoş birileri vardır. Masumiyetin ışığı gözlerde solmaya başlayınca, kişi karşı cinse karşı hiç de kutsal olmayan bakışlarla bakmaya başlar. Yakında gelecek olan milenyum yeni bir toplumun büyümesi için güven dolu ve sağlıklı aileler oluşturacak ilişkilere denge öngörmektedir.

Kendi değerlerimizin farkına varmalıyız ve gerçek pozisyonumuzu üstlenmeliyiz. Bu kolektif bir olay olmalı. Bir veya iki kişi bir toplumu değiştiremez. Eski zamanlarda, birkaç öğrenci bir yüce öğretmen tarafından değiştirilebiliyordu ama bu tüm toplumu değiştirmedi. Bugün, kitlesel olarak global bir şekilde aydınlanma vermenin mümkün olduğu çiçeklenme zamanı, Shri Mataji Nirmala Devi’nin enkarne olmasıyla başladı. Bu süreç toplumu sesizce değiştiriyor, tıpkı bundan 2000 yıl önce, Hintli büyük Astrolog Brighu Rishi’nin gözlemlediği gibi.

Astrolojik bulguları yazan tüm eski yazarların içinde, en büyük usta, 2000 yıldan daha evvel yaşamış olan Brigu Rishi’dir. Onun, nülüfer çiçeğinin yapraklarına yazdığı büyük tezi, Nadi Granth, sırasıyla, doğuşundan itibaren yıldızların birleşmeleri ve değişimlerıne göre insanın horoskobu ve gelecekte olacak olayların ruhani anlamını anlatmıştır. Bu bilimsel inceleme, 300 yıl sonra Bhujander tarafından Marathi diline çevrilmiştir. Nadi Granth’a göre:

“Jüpiter Balık Burcunda iken büyük bir Yogi Yeryüzüne enkarne olacak. 1970’de yeni bir devrin başladığı birçok kişi tarafından anlaşılacak. Kaliyuga (Yıkım Devri) bitecek ve Kritayuga (Değişim Devri) başlayacak. Yeryüzünün ekseni basıklaşacak ve dünyanın yörüngesi gittikçe daha çok güneşe yaklaşacak. İnsan hayatı köklü bir değişime uğrayacak. Yüce bir Yogi bu zamanda enkarne olacak.

Bu zamana kadar bir yogi veya öğrenci, adamanın, bilginin ve Patanjali Yoga’nın yolunu takip ederek Moksha (Kurtuluş)’nın kutsamasına ulaşıyordu ve hayatının tek ve en önemli anlamını buluyordu ama vücudundaki çeşitli çakraların güçlerini uyandırmak ve nihayet Kundalini Gücünü aydınlatmak için çok katı  sınavlardan geçmesi gerekiyordu. Büyük Yogi tarafından bulunan bu yeni metod ile, insanoğlu aynı yaşamın içinde Moksha’ya ulaşmanın neşesine varacak. Moksha’ya ulaşmak için vücudun acı çekmesine veya ölmesine gerek kalmayacak. Sadece yüce azizlerin kişiyi ölme noktasına kadar götüren Samathi konumuna geçerek deneyimlediği Brahmananda’ya ulaşmak, bu yeni yoga türü ile sıradan bir insan için bile Samathi konumuna girmeden mümkün olacak.

Başlangıçta milyonlarca kişi içinden sadece birkaç kişi için bu yoga ve Moksha mümkün olurken, bir süre sonra tüm insan ırkı, bu yoganın yardımıyla, ölümün üstesinden gelecek. İnsanların yiyecek, barınak veya giyim kaygıları kalmayacak. Sıradan hayatlar yaşarlarken, insanlar yogaya – Tanrı ile birleşmeye ulaşacaklar. Hastanelere gerek kalmayacak çünkü artık hastalıklar olmayacak.

Başlangıçta, yüce Yogi bir dokunuşuyla hastalıkları tedavi edebilecek. Yaşlılık, vücudun yokolmasıyla birlikte, var olmayacak ve insanlar cennetsi bedenler taşıyacaklar.

Yeni bilimsel buluşlar sonucunda, bilim ve din birleşecek. Bilimin yardımıyla Tanrı’nın ve Ruh’un var olduğu kanıtlanacak. Cehalet peçesi ve Maya bir kenara atılacak ve eskiden sadece yogiler tarafından çok zor uğraşlar sonucu ve ağır sınavlardan geçerek elde edilen Brahmananda, Moksha, birçok insan için çok kolay elde edilebilir hale gelecek.”

Bu kehanetlerin herbiri Shri Mataji Nirmala Devi’nin yaşam boyu sürdürdüğü çalışmalar sonucu gerçekleşmiştir. Kendisi, coğrafi olarak Hindistan’ın ortasındaki, Chindawara denilen bir tepe bölgesinde, tam öğle vakti, 1923 yılının 21 Mart günü, gece ile gündüzün eşit olduğu İlkbahar Ekinoksunda dünyaya geldi. 5 Mayıs 1970’de, Shri Mataji Aydınlanma’ya hiçbir çaba sarfetmeksizin ve hiçbir zorlu sınava, acıya veya oruca tabi tutulmaksızın, yaşayan bir ölü olmayı terkederek ve arzulardan vazgeçerek ulaşılabilinen Sahaja Yoga tekniğini ilan etti. Ruh, daha evvel de bahsedildiği gibi, şahit konumunu ortaya çıkarır ve insan bağımsızlaşarak arzularını üstüne çıkar.

Shri Mataji skarum kemiğinde kıvrılmış olan Kundalini’yi uyandırırken binlerce kişi Kundalini’nin yükselişini ve değişik çakralarda atışını gördü.

C.J. Jung, kendisinin ve hastalarının rüyaları aracılığı ile bir an için gördüğü ve bütün insanlıkda ortak olan “kolektif bilinçaltı”ndan bahsetti. Kolektif alanın bu yeni idrakının doğuşunun sadece aydınlanmanın olgunlaştıran süreci ile ve kolektif gerçeği saklayan ve onun Kolektif Bilinçte gerçekleşmesine engel olan illüzyon ve düşlerin reddedilişiyle elde edileceğini o da biliyor ve düşünüyordu. İnsan grupları, toplumlar ve kültür kolektif bir akla sahiptir ve, bu yüzden Kolektif Bilinçlilik de vardır. Jung, kolektif akıl veya kolektif ruhun da Kolektif Bilinçaltına dahil olduğunu varsaydı. Bireyler olarak, bu kolektif kalıpların içindeyiz, onlardan etkileniyoruz ve bir derece de onlara şekil veriyoruz.

Negativite, çeşitli kaynaklardan çakralarımıza zarar verirken, Kundalini’mizin sevgi dolu vibrasyonları çakraları tedavi eder. O bizim, sevgisinin gücü yenilmez olan Ölümsüz Anne’yi yansıtan, kişisel annemizdir. Çakramız ne kadar hasar görmüş olursa olsun, Kundalinimiz onu besler ve iyileştirir. Böylece, söz konusu çakra iyileştiği zaman, hastalık vücuttan tamamen atılmış olur.

Her çakra, içte veya dışta, doğanın temel bir kaidesini temsil eder. Doğanın yasasını birazcık olsun reddetmek, anında çakraya etkiler ve parmakta yanma veya batma olarak kendini belli eder. Bu şekilde, tüm yaradılışın arkasındaki gücü deneyimlemek mümkündür; tohumlardan yıldızlara, atomlardan galaksilere, mikrokozmosdan makrokozmosa. Kişi bu idrakı bir kere içinde oturttu mu, doğru ile yanlışı ayırdetme gücünü elde etmiş olur.  Bu, beyazla siyahı ayrıdetmek gibi önemsiz bir şey değildir, ama yaşamın kendisinin hakiki niteliğini ortaya çıkaran bir anahtardır. İşte ancak böyle, aklımızın kapanından dışarı atlayabilir ve hayatı evrensel bir tayftan görebiliriz.

6. Bölüm

İLLÜZYONLAR VE ALDANMALAR

Zen ustaları ve Hintli kahinler yeryüzündeki yaşamı geçici olarak gördüler. Herşey değiştiğine göre ve hiçbirşey asla aynı kalmadığına göre, bizler de bu değişimin bir parçasıyız. Dikkatimiz sürekli sağ ve soldaki boyutlarda haraket ettiği için, davranış şekillerimiz de değişiyor. Örneğin, bir kişi sabahleyin ılımlı olabilir, öğlenleyin çok gerginken, akşam aşırı öfkeli olabilir. İkinci merkezimizin sağ tarafında oturan ve bizim ruhsal durumumuzu ölçen bir barometre vardır; karaciğer. Normalde karaciğer, zihinsel ve fiziksel aktivitelerimiz sonucu vücudumuzda oluşan ısıyı düzene sokar. Ama kişi fazla aktif ve heyecanlı olduğu zaman, karaciğer sistemin yarattığı ısıyı düzene sokamaz ve ısınır. Kişi ısınmaya başlar ve çabuk kızan, öfkeli bir hal alır. Isı gittikçe yükseldiği için, cıva yukarı fırlar ve kişi kızgınlık durumuna geçer ve hatta kendi kontrolünü kaybeder.

Kızgın bir kişi için genelde “bana deli oluyor” deriz. Aslında, kelime olarak bu doğrudur. Ama deli bir kişinin hareketleri ile öfke ile patlayan bir kişinin hareketleri arasında küçük bir fark vardır. Dikkat, sağ kanalda ölü noktaya doğru hareket eder ve birden bire korkunç bir öfke ortaya çıkarır. Bir süre sonra, cıva iner, kişi sakinleşir, ve sonra, söylediği şeyleri ve hatta o haldeyken yapmış olabileceği acıtmak ve belki de birini öldürmek gibi korkunç hareketleri hatırlamaz. Sonuç pişmanlık veya suçluluk duygusu veya hiddet onu bastırdığı anda yaptıklarını unutmak olabilir. Sahaja Yoga’da karaciğeri serin tutmak için, cıvayı normal seviyede tutmak için çeşitli yöntemler vardır, böylece bugün artık toplumumuzda sıkça görülen bu tip delilik krizlerinin önüne geçilir.

Kendi mizacımızdan başka, alkol almak da karaciğeri aşırı ısıtır ve sonuç olarak, dikkatimizi yok eder. Karaciğer dikkatimizin bulunduğu yerdir, bu nedenle karaciğerimizin çalışmasına karşı yapılan herhangi bir engelleme dikkatimize etki eder. Dikkat alkolün etkisiyle yitirildiği zaman, insanın davranışları hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye iner.

21. yüzyıl vizyonumuz insan bilincinin değişime uğramış konumlarının dipkayasıda oturmaktadır ki bu şekilde, dikkatimizi içsel yükselişimize vererek, bilinçliliğin daha yüksek konumuna ulaşabiliriz. Bu yüzden, dikkatimize gelebilecek her türlü zarar bizim bilinçliliğimize karşı çalışır. Zen ustaları, Sufi azizler ve yogiler dikkatlerini saflaştırmak ve onu sabitleştirerek kolektif bilinçliliğin daha yüksek bir konumuyla bütünleştirmek için bütün yaşamlarını harcadılar. Dikkatlerini, alkol, uyuşturucu, vs. gibi yıkıcı veya etkileyici herşeye karşı korumaya gayret ettiler. Dikkatimiz bir lazer ışını gibi çalışır. Etkinliği doğal olarak, ne kadar keskin ve sabit olmasına bağlıdır.

Dikkati keskin ve temiz tutmak için, onun gerçekte kalması ve yapay şeylerde veya illüzyonlarda olmaması gerekir. Dikkat illüzyonların arkasından koştuğu zaman, aldatılmaya mahkumdur. Aldanmanın daimi şokları dikkati köreltebilir ve keskinliğinin ve uyanıklığının kaybolmasına sebep olabilir. İdrakımızın berraklaşmasına uyanıklık yardım eder ve onu sabitleştiren de gerçeğe odaklanmadır.

Örneğin, Amerikan televizyonu dünyanın en iyi satıcısıdır. Televizyon bağımlılarının beyinleri yıkanmıştır ve hep daha fazla şey satın alırlar, ihtiyaçları olup olmadığına bakmaksızın evlerini mağzalara veya ıvır zıvır depolarına çevirirler. Amerikalı bir arkadaş altı halı alma tuzağına düşmüştü çünkü üç halı fiyatına altı halı veriyorlardı. Tek odalık stüdyo tarzı evinde, sadece bir halıya yer vardı ve diğer beş halıyı başka bir depoda saklamak zorunda kaldı. Son on senede depoya ödediği kira bedeli, halılara ödediği paranın iki katıydı!

Manhattan’daki arkadaşlar kimseyi Pazartesi sabahı aramamamız için bizi uyardılar. Bu çok şaşırtıcıydı çünkü uzun bir haftasonundan sonra onlardan yeniden dirilmiş ve rahatlamış olduğu beklenirdi. Pazartesi sabahı sendromunun nedeni, öncelikle haftasonunda gidilecek yere ulaşmak için yoğun cuma akşamı trafiğinde araba sürmeleriydi. Sonra, kendileri için saptadıkları programı takip etmekle çok meşgul oluyorlardı. Derken, Pazar öğlene doğru yola çıkıyorlar, sıkışık trafikte birkaç saat bekliyorlar ve nihayet eve alıngan ve kötü bir havada ulaşıyorlar. Bu yüzden, Pazartesi sabahının bir kalıntı olması doğaldır! İnsanlar neden kendi evlerinin zevkini çıkaramadıklarını anlayamıyorlar. Eğlenmek için seyahat etmek gerektiği sadece bir illüzyondur.

Gerçek ile ilgili vizyonumuzu baştan çıkaran bu illüzyonlar, aşırı sağ kanal aktivitelerinden gelmektedir. Sağ kanal aşırı aktif olduğu zaman, kişi güçlü bir saplantının içine batar. Bu saplantı herşeyi yapabileceğine, bütün gücün kendisindeki uzaktan kumandada olduğuna inanmaktadır. Neşelenmek için bile birşeyler yapması gerekir, yoksa eğlenceli olmaz. Bu nedenle, eğlence işinde bile, çok meşgulüzdür ve sonra da öğle bitkin oluruz ki, eğlenceyi kaçırırız. Aslında saplantının gücü hız ister. Hız heyecanı tırmandırır. Ama heyecan neşe değildir. Dikkatimiz neşe ile beslenir, heyecanla değil. Heyecan geçicidir, neşe kalıcıdır. Neşe hakikatten gelir, heyecan illüzyonlardan gelir. İllüzyonlar dikkatimizi aldatırlar ve böylece onu gittikçe daha çok zayıflatırlar.

Maddecilik en büyük illüzyondur. Batıdaki moda endüstrisi illüzyonun öyle uç noktalarına gitmiştir ki, giysiye sadece stilistin etiketini takmak bile değerini 10 kat arttırmaya yetiyor. Hong Kong ve Taiwan’daki kurnaz işadamları bunu bir şakaya dönüştürdüler. Stilistin giysisinin kopyasını yaptılar, stilistin etiketini taktılar ve sonra da Batı pazarında büyük bir primle satışını yaptılar. Batı’nın unuttuğu şey, stilistin etiketinin hiçbir önemi olmadığıdır, önemli olan kişinin kendi estetiğidir. Akıl çoğu zaman kendini aldatır, onun için kişi içindeki gerçek ile ilgili sezgilerine ruhumuz sayesinde güvenmelidir, tıpkı İsa Mesih’in Aquarian İncili, kısım 44,s.9’da tarif ettiği gibi:

“ Ruhun nefesi ile desteklenmeyen aklın hareketleri, gördüğümüz şeylerin sorunlarını çözmeye meyleder, daha ötesine değil. Duyulara, akla sadece geçip gitmekte olan şekilleri getirmesi emredilir; onlar gerçek olan şeylerle ilgilenmezler; onlar evrensel yasayı anlamazlar. Ama insanın ruhunda birşey vardır, gerçek şeylerin dünyasını görebilsin diye peçeyi yırtan birşey. Biz bu şeye ruh bilinçliliği diyoruz; o herbir ruhta uyumaktadır ve  Kutsal Nefes içeriye davet edilene kadar uyanmaz. Bu Kutsal Nefes her ruhun kapısını çalar, ama insanın arzusu kapıyı sonuna kadar açmadıkça içeri girmez.”

Kutsal Nefes şüphesiz Kundalini’dir. Kundalini uyandığı zaman, illüzyonları gerçekten ayıran sağduyuyu geliştiririz.

Dikkatimizi illüzyonlar üzeride yetiştirdiğimiz zaman, dikkatimiz de aldatıcı olur ve kendini aldatmaya başlar. Bir stilist bunu o kadar ileriye götürdü ki, erkeklere mini etekler çizmeğe kadar gitti! Böyle bir dikkat en sonunda gerçeğe giden yolu kaybeder ve tereddüt etmeye başlar. Bu Amerikan işi bir sorundur, insanlar kök salmıyorlar, yuvarlanan taşlar gibi hareket etmeye devam ediyorlar. Yuvarlanan taşlar yosun tutmaz belki ama nereye giderler? Gittikleri bir yerleri yoktur. Bir süre sonra, yuvarlanmayı durduracak kabiliyetlerini de kaybederler. Kendi hızlarının esiri haline gelirler. Ama bir ağacın kökleri büyümek için derine gitmelidir. İnsanlar yuvarlanan taşlar değillerdir. Onların, bu görkemli evrimsel süreçte bir amaçları vardır. Gelişmeliler ve evrimlerini tamamlamalılar. Akıldaki bu vizyonla, kişi yuvarlanmayı durdurabilir ve demir atabilir. Kişinin daha evvel yuvarlanıyor olmuş olmasının bir önemi yoktur. Belki eğlenceliydi, ama artık demir atalım ve kendi ruhumuzun gerçek neşesini yakalayalım.

7. Bölüm

STRESİ YÖNETMEK

Jerry Goldsmith gece boyunca yatağında dönüp duruyordu. Uyuyamıyordu. Sonunda karısı kendisini uyandırıp sıkıntısının ne olduğunu sordu. Jerry Goldsmith’in John Atkins’e onbin dolar borcu vardı ve öğlene kadar parayı geri götürme sözü vermişti. Ama parası yoktu. Karısı sonunda cesaretini topladı ve sabahın beşinde John Atkins’i arayarak parayı veremeyeceklerini söyledi. Bundan sonra Jerry Goldsmith kütük gibi uyudu, ama bu kez John Atkins yatağında dönüp durmaya başladı. Mikrop John Atkins’e geçmişti.

Stres mikrobu üçüncü merkezin sol tarafına, yani mide ve dalağın bulunduğu yere saldırır. Bu merkez zayıf ve hassas ise herhangi bir şey gerilim yaratabilir. Stres doğal olarak sindirim sistemini etkiler ve mide rahatsızlıklarına sabep olabilir. Gerilim mideyi harekete geçirir ve salgılamada dengesizliğe yol açar. Bu durum, sindirim sistemi problemleri, sağlığın zayıflaması, sinirlilik ve uykusuzlukla sonuçlanır.

İleri toplumların temel sorunlarından bir tanesi strestir. İlaçlar geçici bir düzelme sağlayabilseler de hastalığı tamamen iyileştirmezler. Üçüncü merkez zayıfladığında strese eğilimli bir mizaç gelişir. Küçük şeyler stres yaratmaya başlar. Birisi eğer on dakika geç kalmışsa endişe hemen kendini gösterebilir. Ağır koşullar altında çalışmak, zaman sınırlamaları ya da kaldırabileceğinden fazla sorumluluk altına girmek de endişeye sebep olabilir. Tabii ki, hiç kimse sorumluluklarından kaçamaz. Bununla birlikte, eğer bizler dünyaya bakışımızın daha yüksek bir bilinç seviyesine doğru ilerlemesine, gelişmesine imkân tanırsak, duruma  bağımlı olmadığımız ve sorunlarla kendimizi özdeşleştirmediğimiz bir şahitlik durumuna geçeriz. Böyle bir durumda bizler izleyici haline geliriz, seyrederiz ve yaptığımız işler bizde gerilim yaratmaz. Şahitlik konumuna geçmek kendiliğinden gelişen bir şeydir. Kundalini yükseldiğinde dikkati emer ve onu merkeze getirir. Bu tıpkı bir dağın tepesinde durmak gibidir. Aşağıya, dünyaya her yönden bakabilirsiniz ama aynı zamanda ondan ayrı kalırsınız.

Dalak vücudun hızölçeridir. Heyecanlı ya da hızlı çalışan bir dalak kişiyi paniğe sürükler. Böyle bir durumda denge kaybolur ve kişi büyük hatalar yapmaya yatkın hale gelir. İçsel denge ve kendini kontrol kronik endişe sebebiyle bir kenara atılır. Çoğu durumda, endişenin sebebi problemler hakkında düşgücünün dörtnala koşmasıdır. Dahası, kendileri rahat olmayan insanlar diğerlerinin rahat olmasına da imkân vermezler. Onlar neşe katilleridirler. Tüm heyecanlarına rağmen elde ettikleri genellikle olumsuzdur. Sabır tek yatıştırıcıdır; sadece başkaları için değil, kendileri için de. Beklentilerimize ulaşamadığımızı farkettiğimizde hayal kırıklığına uğrarız. Şunu hatırlayalım ki insanoğlu bir programcının yazdıklarına göre hareket eden bir bilgisayar değildir. Doğanın bizlere armağanı olan mizaçlarımız ve niteliklerimiz nesiller boyu gelişmiştir. İnsanın çabası şüphesiz hataları söküp atabilir, elması yontabilir ve hatta bazı yeni erdemleri kişiye kazandırabilir. Ama bu süreç belli bir zaman çerçevesi içinde gerçekleşmez. Doğa kendi akışını takip eder ve kişinin bu olgunlaşma sürecini kabul etmesi gerekir. Bu kadercilik olarak yanlış algılanmamalı. Zira alınyazısını pasif bir şekilde kabullenme gibi bir durum sözkonusu değildir. Tam tersine, herşeyi yoluna koymak için bilinçli bir çaba vardır.

İstikrarlı, sağlam bir sol kanal, tatminkârlığı getirir. Önceki bölümlerde de açıklandığı gibi illüzyonlar heyecan yaratabilir, ama neşe değil… Çünkü ancak gerçek olan neşe verebilir. Benzer şekilde, tatminkârlık da gerçeklikten gelir. Eğer bir kişi illüzyonların zirvesinde geziniyorsa hiçbir zaman tatmin olma duygusunu deneyimleyemez. Örneğin, doyurucu bir yemekten sonra mide tatmin olmuştur. Ama eğer kişi açgözlü ise bir türlü tatmin olamaz.

İçsel tatmin bu merkezin niteliğidir. Bir kişi çok az ile tatmin olabilir, ya da ‘ay’ bile kâfi gelmez. Genellikle bir kişi ne kadar çok şeye sahipse istekleri de o kadar çok olur. Bir şeye sahip olduğumuzda bir diğerini isteriz ve sonuçta müsriflik içinde kaybolup gideriz. Bir çocuk yeni bir oyuncak aldığında çok sevinir, ama bir iki gün sonra bir başkasını ister. Eğer para tatminkârlığı satın alabilseydi, o zaman zenginler dünyanın en mutlu insanları olurlardı. Ama, komiktir ki, en stresli olanlar zenginlerdir. Servetlerinden zevk alacak zamanları yoktur. Daha fazlasını elde etmekle meşguldürler. Sorun, hırs ve açgözlülükten kaynaklanmaktadır. Açgözlülük kanser gibi yayılır ve sol kanalın sakinliğini altüst eder.

Gelişmiş bir vizyon sayesinde ruh olduğumuzu biliriz. Ruhu memnun eden herşey bizi de memnun eder. Eğer ruh tatmin olmuşsa biz de huzurlu oluruz. Öyleyse ruhu memnun edecek davranış kurallarını takip etmek, Drahma’yı, On Emir’i, bütün Büyük Öğretmenlerin özlerini, Lord Krişna’yı, İsa Mesih’i, Hz. Muhammed’i, Lao Tse’yi, Konfiçyus’u, Musa’yı, Zerdüşt’ü, vs. takip etmek çok önemlidir. Ruh memnun olduğunda, kendiliğinden ve hemen, refahımız da temin edilmiş olur. Bununla birlikte, kişi fanatik olmamaya dikkat etmelidir. Kendini inkâr etmeye, oruç tutmaya ya da herhangi bir şekilde ceza çekmeye, kefaret ödemeye gerek yoktur. Önemli olan kişinin düşüncelerinde, hareket ve eylemlerinde doğru olmasıdır. Bu insanlığın sonsuz arayışının kollektif olarak gerçekleşmesinin anahtarıdır.

8. Bölüm

İNSANLARIN OYNADIKLARI OYUNLAR

Yeni kuşak Amerikalılar mistik şeylerden pek etkileniyorlar. Hint idollerinin, yerli ikonların ve Budist sembollerinin arasında kendilerini rahat hissediyorlar. Üzerlerinde kutsal boncuklar, küpeler ve nazarlıklar taşımak, ve birsürü tütsü yakmak hoşlarına gidiyor. Sübtil arayışları, onların değer yargılarını adım adım daha mistik bir alana yöneltiyor. 1967’deki ‘Hair’ müzikalinin uzun zamandır beklenen Kova Çağı hakkındaki umutları sonunda gerçekleşmeye başladı. Ama bu, kendi çıkarları için bir başkaldırı olan 1960’ların Hippi hareketinden farklı. Yeni mistik harekete kaynaklık eden, bir içsel arayış susuzluğudur ve daha yüksek bir farkındalığa erişmeyi arzulamaktadır. İnsanlar ayrıca kendilerine yardımcı olabilecek kurallara da açıklar. Bugün varolan, meditasyona daha çok dayanan ve daha gerçekçi bir harekettir. Bunula birlikte, esrarengiz olanın gizlerini çözmek, hakikâtin bilgisine benzetilemez. Tam tersine, bu, kör birinin körlere rehberlik etmesi ya da karanlık bir odada varolmayan bir kara kediyi arama oyunu gibidir.

Cadılar partisi veren, değnekleriyle sihirler yapan sihirbazlar, periler mantar gibi türedi. Gerçek bir Manhattan ormanından kaçmanın bir sirke katılmaktan daha çabuk bir yolu ne olabilir ki? Hergün bir yenisi doğan mülti-milyarlık şirketler bedeni ve zihni baştan çıkaran ürünlerle yeni eğlenceler öneriliyorlar. Parlak dergilerdeki tam sayfa ilanlar, televizyon reklamları ya da kapı kapı dolaşan satıcılar parıltılı alış-verişler için kullanılıyorlar. Hatta bazı müteşebbisler satışları arttırmak için Hollywood yıldızları gibi giyinip, süsleniyorlar. Zengin olanın en iyiye sahip olması, çizginin en tepesinde olması gerektiğine göre, uçuk fiyat etiketleri olanlar en iyi satıcılardır. Birçok insan için bu her iki günde bir değişen bir zaman geçirme biçimi ya da hayat tarzı haline geldi. Ama bu sürekli değişim şüphesiz ‘kendini’ arayışı ifade etmektedir. Bu terim hergün Amerikan tüketicisine sunulan binlerce alternatif ya da seçimle ilişkilidir. Hiçbir tutarlılık, gerçek ya da hakikat vaadi taşımaz. Aslında gayet kısa sürelidir. Her mevsim trend değişir ve müteşebbislerin operasyon tarzları farklılık gösterir. Genellikle uygun kostümlere bürünerek bir efendi ya da bir Hint gurusu gibi görünmeye çalışırlar.  Tüketiciyi tuzağa düşürmek için binbir çeşit oyun devreye sokarlar. Çok hassas algılama gücü, yerçekimine karşı hareket edebilme,  Tanrı ile iletişim, büyücülük ve ego’yu poppohlamak bu ayartmalardan sadece bir kaçıdır. Bu toplum yenilikten hoşlanan maceracı bir toplumdur.

Arayış içinde olan bir kişi ani bir değişime girişmeden önce öğretmeninin bazı yanlarını inceleyebilir. En başta, bir öğretmenin öğrettiklerini uygulayıp uygulamadığı araştırılmalıdır. İkiyüzlülük içinde olmamalıdır. Eğer zahidane bir yaşam üzerine vaazlar veriyorsa, kendisinin bir İsviçre bankasında hesabı olmamalıdır. Kişi kendine şu soruları sormalıdır: “Beni ona çeken nedir? Karizma mı, cinsel çekicilik mi, ikna kabiliyeti ya da onun yolundan gidenlerin çok olması mı? Benim için bir ebeveyn figürünü mü temsil ediyor, ya da onu eşim yerine mi koyuyorum? Kendi güvensizliğimi örtbas etmek için bir gruba ait olma isteği mi yoksa? Bu bir kaçış mı yoksa bir çılgınlık mı? Beni ilgilendiren ne?” Niyet bozulduğunda, yani saf arzunun olmadığı yerde kişi kolaylıkla kendi kendini aldatma tuzağına düşebilir.

Maddeleştirme güçleri (kitleleri para, güç ve şöhretin kölesi yapmak), hayali güçler, hitabet güçleri, iyileştirme güçleri, aşkın duyumlar (zihnin çalışmasını durdurma gücü), astral seyahatte olduğu gibi bedenden ayrılma ve diğer birçokları gibi tüm hipnotik güçlere, çoğunlukla ruhları kontrol etme işini yapanlarda rastlanır. Bu tür güçlerin ölülerden geldiği Hindistan’daki herhangi bir Sahaja Yoga merkezinde gösterilebilir. Çoğu ruhsal, bilinçaltı ya da bilinç üstü gruplar uyuşturucu gibidirler. Arayış içinde olanları ayartır ve tuzağa düşürürler.  Onlar sinsidirler –tehlikeleri belli değildir, anlaşılamaz, ta ki iş işten geçene kadar.

Bütün güçler doğru bir yolun işareti değillerdir. Görüntüler, sesler, astral yansıtımlar, auralar, yerçekimine karşı hareket edebilme, kehanetler, ölülerle haberleşme, tüm bunlar mümkündür, ama Hakikât’e ulaştırmazlar. Bunlar bizleri geçici olarak güçlendirirler. Egomuzu, ayrıcalıklı olduğumuza inandırırlar. Ama er ya da geç bu güçler bozulmaya başlar, hastalıklara, sıkıntı ve üzüntüye, depresyona ya da farklı sorunların bir birleşimine yol açar. Daha önce açıklandığı gibi bunlar bir kişiliğin hakimiyeti için diğer bir kişi tarafından yapılan açık davetlerdir. Bizim gerçeği arayışımızı tamamen yok etmese bile onu bozan dolambaçlı yollardır. Bazı gruplar iyi niyetlidirler, ama kendilerini karşı karşıya bıraktıkları tehlikenin farkında değillerdir ya da uğraştıkları güçlerin gerçek doğaları hakkında bir şey bilmiyorlardır. Bazı gruplar bizim paramızın peşindelerdir. Diğerleri ruhumuzun… Başkaları ise kendileriyle birlikte bizi de cehenneme götürmek istemektedirler.

Bir kişinin diğerlerini telkin edebildiği ya da beynini yıkayabildiği oyun, bir yetenek ve taktik işidir. Yirminci yüzyıl geniş halk kitlelerinin aldatılışlarına tanıklık etti. Örnek vermek gerekirse, Stalin’in fikirleri Rusları hakimiyeti altına aldı, Hitler Almanlara, Mao Çinlilere politikasını zorla kabul ettirdi.

Eğer özgür kalmak istiyorsak, üzerimizdeki uğuzsuz planların farkına varmalıyız. En tehlikeli plan köktendinciliktir. Karl Marx uyarmıştı, “Din, inançlı insanı sömüren güç peşindeki insanların ellerine düştü.” İkinci Dünya Savaşı’nda akan kandan çok daha fazlası Tanrı’nın adına akıtıldı. Tanrı sevgidir. Bir kişi nasıl olur da Tanrı adına kan akıtabilir? Yazık ki, Tanrı’nın adı sadece savaşmak için değil, para kazanmak için de pek sık kullanılır oldu. Öyle ise, Tanrı hakkında konuşmadan evvel, öncelikle kendimiz ruh olmalıyız. Tanrı’yı bilmeye çalışmadan evvel kendimizi bilmeliyiz. Aksi takdirde, Tanrı’yı ceplerinde taşıyan ve bir işaretle kendini ortaya atan dini allamelerin ellerine koz vermiş oluruz. Yunanistan’daki Delphi Tapınağı’nın kapısında yazan öğüde kulak verelim: “İnsanoğlu, kendini bil, ve evreni ve tanrıları bileceksin.”

Yaklaşan binyıl ve Komünizmin çöküşü, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, ülkeler ve cinsiyetler arası sınırların yok olması, internetin yükselişi gibi olaylar, dinsel deneyim için olgunlaşmıştır, ama dinsel dogma için değil.  Fanatiklik ortadan kalkmalı. Dinler artık dışlayıcı olmamalı. Tüm dinlerin özünü birleştirmeli ve tek evrensel bir dine sahip olmalıyız. Yoksa yine fanatiklik ve ırkçılık tuzağına düşeriz. Şanslıyız ki, Shri Mataji Nirmala Devi böyle bir evrensel din vizyonuna sahip. O bütün dinlerin öğretilerini bir tespihte biraraya getirdi ve buna Sahaja Yoga adını verdi. Sahaja Yoga, Lord Krişna’nın, İsa Mesih’in, Buddha’nın, Lao Tse’nin, Konfiçyus’un, Sokrates’ın, Musa’nın, Guru Nanak’ın, Hz. Muhammed’in ve Zerdüşt’ün öğretilerini birleştiriyor . Bütün enkarnasyonlara, dinlerin azizlerine ve efendilerine hürmet edilmektedir. Bu yol sayesinde tüm inançların insanları tek bir şemsiye altında bir araya gelebilir ve yapay bölünmeler son bulabilir. Şimdi bunlar başka bir fanatiklik gibi gelebilir, ama ıspatı tecrübeyle anlaşılır. Bir kişi Sahaja Yoga’yı bir varsayım olarak aldığında ve kişisel-aydınlanmanın güzelliğini deneyimlediğinde Shri Mataji herkese hiçbir engelle karşılaşmadan ulaşır. Bundan sonra herkes kendi özgürlüğü içinde tercihini yapabilir. Katılınacak bir yer yok, ne de kimse üzerinde bir baskı, ne de bir zorlama, sadece, meditasyon yaptıkça büyüyen ve basit, doğal tekniklerle içsel varlığı saflaştıran ve insanın sınırlı aklıyla değil ama bütün beyin hücrelerinin, bize bu oluşumu neşe içinde kabul etmemize ve elde etmemize iznini veren tek ve yumuşak bir yöntemle değişimi sayesinde, sadece ruh tarafından ifade edilebilen yeni bir idrak konumuna sokan, ruhun muhteşem deneyimi vardır.

Ayrıca bilmemiz gerekir ki, din kendi başına bir son değildir; sadece, bizim daha yüksek evrimimizin bir basamaktaşı, bir hazırlayıcısıdır. Aydınlanmamıza ve kendimizle ilgili bilgiye ulaşabilmemiz için onun üzerine çıkmamız, onu  aşmamız gerekmektedir. Herbirimizde bu potansiyel var, ama onu arzu etmemiz gerekmektedir. Kendi ruhumuzla yakın bir teması kişisel olarak deneyimlememiz gerekmektedir.

Aslında Francis Saokoian ve Louis Acka’nın ‘Astrolog’un El Kitabı’ benzer bir vizyonu öngörüyor:

“2000 yılı civarında Plutonn gezegeni, Yay Burcuna girdiğinde, Kova Çağının başlangıcında varolacak ruhani bir yeninesil dönemini işaret edecek. Bu zamanda, tüm insanlar arasında daha derin bir ruhani değerin esas anlayışı ortaya çıkacak. Bugün bilinen haliyle dinler, tamamen değişecek. İnsanın, Yaratan ile doğrudan içsel iletişime girdiği bir dünya dini varolacak. Evrendeki bütün yaşamı yöneten temel yasaları öğretecek yeni ruhani liderler ortaya çıkacak. Yeni dünya dini, hayata dair daha kapsamlı ve bilimsel bir anlayışla geçmişin büyük dinlerinin en yüksek ifadelerini birleştirecek.”

Astroloğun Elkitabı, p.227. Burçlardaki ve Evlerdeki Gezegenler

9. Bölüm

ŞARTSIZ SEVGİNİN VİZYONU

Eğer biz Tanrı’yı arıyorsak, Onu nasıl tanıyacağız? Onu tanıyabilmemiz için içimizde Ondan minicik bir parça olması gerekir. Bu ufacık parça şartsız sevgidir. Tanrı, sevgi ve şefkatin gücüdür. Tüm evren Onun sevgisinin kılıfıdır. Kendini sevemezsin; başkalarını sevmelisin. Tanrı’nın sevgisini ifade etmek için bu güzelim doğayı yaratmış olması gibi, sevgimiz ruhumuzun içinde derinleştiği zaman biz de Tanrısallığı deneyimleriz. O zaman, sevginin, yıldızları harekete geçirdiği gibi dünyanın her köşesindeki insanları da bir araya getirdiğini biliriz, tıpkı Goethe’nin dediği gibi:

“ İnsanın arzusu yapabilir

Duyguları yumuşak ve sert,

Ve yumuşak sevginin sıcaklığıdır

Onu Senin varlığının yakınına yükselten.”

“Faust,” Kısım II, Sahne 5.

Sevgi, soyut bir görüş veya düşünsel bir fikir değildir. O, kalp atışlarımız kadar somuttur.     Kalbin atmasına sebep olan da sevgidir. Her birimizin içindeki dördüncü merkez, vücudu sevgi vibrasyonlarından meydana gelmiş olan ruhumuzun oturduğu verdir. Ruhun sevgisi kendini sanatta, müzikte, mimaride ve diğer yaratıcılık formlarında gösterir. Bu formlar Taj Mahal gibi, Leonardo da Vinci ve Michelangelo’nun tabloları, Vivaldi, Mozart, Strauss ve Beethoven’in müzikleri gibi birer sevgi anıtına dönüşürler.

Sevginin bir özelliği vardır; kendini ifade etmek için maddeyi içine alır. Sevgiyle inşa edilen bir evin, ticari bir binada olmayan güzelliği ve sıcaklığı vardır. Ahçının mutfağında yarattığı sevgisi aile ocağı duygusu verdiği için gidilen lokantalar vardır. Sevgisiz yaşayamayız. Sevgisiz bir hayat kuru ve anlamsızdır. O zaman, neden yaptığımız her işin içine sevgiyi koymayalım, bu iş bir ofiste dosyaları taşımak olsa bile? Bir santral görevlisinin sıcak sesi bile sevginin yumuşaklığını nakledebilir.

Eğer şehirlerimizi sevgiyle inşa edersek, vibrasyonları binlerce defa katlarlar ve insanlara neşe verirler. Avrupalılar hep Güney’de yaşayan insanların çok sıcak olduklarını söylerler. Onların sevgisi, yarattıkları mimari eserlerde ifade bulmuştur, ve oymacılıkları kalplerinin yansımalarıdır. Örneğin, bir kişi Venedik’te veya Floransa’da rüyadaymış gibi dolaşabilir, oradaki sanat yapıtları öylesine dinlendirici ve ilham vericidir ki. Sevginin yaratıcılığının sanatçıların kalplerinden akışıdır bu. Onun sevgi gücü öylesine büyüktür ki, bugün bile, insanları dünyanın dört bir yanından kendine çeker. Evet, sevginin büyüsüdür bu. Bu büyü, yeni Millenium’da bozulmaktadır – devlet politikaları, ofisler, endüstri ve devlete ait kuruluşlar. Eğer başkalarına neşe ve mutluluk vermiyorsa biz ne için planlar yapıyoruz? Tek şey, devlet politikalarının tasarlanmasında biraz özen ve paylaşım. Belki üretim hedeflerine ve zaman çizelgelerine ulaşılıyordur ama ne için?

Planlama, eğer kalbi görmezden gelirse bir tarafa yatkın hale gelir. Sonuçları kuru ve neşeden yoksun olur. Birçok gelişim kuşaklarına ve kalkınmalara rağmen insanların neşesiz ve kuru olmalarına şaşmamalı. Üretim işleri ve pazarlama stratejileri kar yapmaya programlanmışlardır. Bu baskı tüm sosyo-ekonomik çevreleri değiştirir. Başarı ve çatışma insani değerleri etkiler. Okullar, çocukları  yeni üretim cemaatlari için programlayan seri üretim fabrikalarına döndü. Onlar yarının politikacıları, genel müdürleri, girişimcileri, satışçıları, vs. Altetmenin, koşmanın, yarışmanın ve kazanmanın ağır yükü onların omuzlarında. Bu kazananın dünyası. Ama, ne yazıktır ki sonunda kazanan kimse olmuyor. Herkesin birbirini yokettiği bir fare yarışı bu. Başarılı Japon işadamları giderek daha genç yaşlarda kalp krizinden ölüyorlar, ve yuppilerin intihara eğilimleri her geçen gün artıyor. Aşırı aktif ve heyecanlı yaşam tarzları, her çeşit akli, duygusal ve fiziksel dengesizlik ve yetersizlik sonuçları vermektedir. Harvard Üniversitesi bir kişiye nasıl başarılı olabileceğini öğretebilir belki ama nasıl mutlu olunacağını öğretemez.

Kalp merkezi sayesinde, saf sevginin büyük mutluluk ve coşkusu deneyimlenir. Bir eşin diğerine hükmettiği veya onu sahiplendiği yerde ilişki boğulur. Ruhun sevgisinin vibrasyonlarının yayılması için özgür olması gerekir. Herkesin birbirine saygı duyması ve baskıcı kişiliğinin zorlamasıyla karşısındakinin büyümesine engel olmaması gerekir. Kadınlar kendilerinin eşitlik haklarını savunuyorlar ve hükmediciliğe karşı çıkıyorlar. Erkekler, fiziksel üstünlüklerinden dolayı, genelde evlerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve para kazanıcılara dönüşüyorlar. Para onlara, onları üstün hissettiren bir güç veriyor. Kadın, haklarını savunamadığı durumlarda, engellenir ve bastırılmış öfke geliştirir. Bu öfke çoğunlukla çocukların üzerinde kendini gösterir; çoğu zaman da kötü ve kronik durumlarda, nevroz olarak. Kadınlar üzerindeki baskı ve haksız davranışlar göğüs kanserine ve diğer kadın hastalıklarına kolaylıkla sebep olabilir.

Bir toplum sosyal güvence sunabilir, ama eğer yaşlanmakta olan insanlar son nefeslerini yaşlılar yurdunda vereceklerini biliyorlarsa, onlar daima güvenceden yoksunlar demektir. Para duygusal güvenceyi satın alamaz. Yaşlılık bir çeşit çocukluktur, sevgi ve ihtimam büyük önem taşır. Bunun da ötesinde, yaşlıların hayır duaları kabul olunur ve son derece neşe vericidir. Bireyselliğin aşırı derecede üzerinde durulması yanlızlıkla son bulur.  Sevgi çoğu zaman bir erkek ile bir kadının ilişkisi ile sınırlandırılarak yanlış ifade edilmektedir. Sevgi özsuyun tüm dallara akmasıdır, çocuklar, anne-babalar, ablalar, ağabeyler, arkadaşlar, yaşlı insanlar, iş, vs arasındaki akımdır. İnsanların kalpleriyle çalıştıkları yer neşe ile dolup taşar. Birçok insanın paylaştığı ve özen gösterdiği yerde, yeni bir dünyaya girmek için  bütün toplumun kalp çakrası açılır. Gerçekte herşeyi yapan sevginin gücüdür. Tanrı’nın sevgisinin herşeye müktedir olan gücünün nasıl hareket ettiğinin en mükemmel ifadesi yaradılışın kendisidir.

Sevgi özgüveni oluşturur. Özgüvenle, kişi doğal olarak kendisini, dışarıdaki negatif etkilere ve duygusal travmalara karşı koruyan bir savunma mekanizması elde eder, bunula birlikte korku doğal bağışıklıklarımızı zayıflatır ve bizi alerjilere, hastalıklara, psikosomatik problemlere ve başka kişiler yüzünden fazla yüklenmelere karşı hassas hale getirir. Kalp merkezi güçlü olan birinin kişiliği gelişir ve parlar. Böyle bir kişi hayatla bir savaşçı gibi yüzleşir. Korku çukurunda katılıp kalmanın sonucunda, güvensizlikten kaynaklanan düzensiz kalp atışları ve göğüs hastalıkları gibi bir birçok fiziksel rahatsızlıklar baş gösterir. Modern psikoloji, birçok kompleksin güvensizlik duygusundan kaynaklandığına inanır, ama  güvensizliğin kaynağı egodur.

Çocuklukta anne sevgisinden yoksun olmanın yolaçtığı boşluğu tatmin edici bir ilişki doldurabilir.  Kalpten karşılık verdiğimizde, başkalarının kusurlarını görmeyiz. Kolayca paylaşabilir ve verebiliriz. Bir anne için, çocuklarına kendiliğinden herşeyi vermek bir yük değildir, bunun adı sevgidir. Sevgi ailenin yaşam veren gücüdür. Yaraları sarar, besler ve destek olur.

Kuvvetli bir kalp merkezi sağlıklı bir kişiliğin temelidir. Sevgiyle beslenince, sıcaklık ve mutluluk yayar. Sevgi doğanın tarzıdır. Sevgi sayesinde, tohum topraktan besini emer ve filizlenir. Bir doktorun sıcaklığı ve sevgisi, onun tedavisinin iyileştirme gücüne katkıda bulunur.  Sadece sıcak ve sevecen olmak bir insanı iyileştirebilir. Böyle bir insanın vibrasyonları başkalarını cezbeder, tıpkı balın arıları cezbetmesi gibi. Düşünmeden, insanlığın yardımına koşmaya bizi zorlayan, sevginin şefkate dönüşmüş halidir. Bu, ahlaki bir zorlama, akli bir karar değildir, ama kendiliğinden olan bir olaydır. Kalp bir başkasının acılarına karşılık verir, çünkü o diğerinin bir yansımasıdır.

Shri Mataji’nin hayatında, başkalarının acısının Onun vücudunda ifade olduğu günlük olaylar vardır. Onun vücudu öylesine şefkatlidir ki, başkalarının acılarını içine çeker. Birçok kereler, hastaların Onun huzuruna getirildiği, ve Onun vücudu acı ile buruşurken, hastaların kendilerini iyi hissetmeye başladıkları görülmüştür. O ise alçakgönüllülükle gülümser, “Oh, birşey değil, sadece vücudum,” ve hasta iyileşir.

En büyük hata birinin kalbini kapatmaktır. Kişi ne kadar incinmiş olursa olsun, kalp çakrası ne kadar zarar görmüş olursa olsun, hatırlayın ki, içeride, sizi daima seven biri var. O sizin kişisel Anneniz,  Kundalini’nizdir. Sizi asla terketmeyen ve herşeye müktedir olan Tanrı’nın sevgisi ile bağlantıdadır. Onun sevgisinde, beklentiler yoktur. Sadece, bizi onun yanına götüren sevecen bir çaba vardır.   

10. Bölüm

BEN SUÇLU DEĞİLİM

Ruh içimizde, biz Tanrısal Anne’nin geniş ailesinin bir parçası olduğumuzda ortaya çıkar. Biz kendimizi aklımızla özdeşleştirdiğimiz zaman ruhumuzdan uzaklaşırız. Akıl daima kişisel bir pozisyon üstlenmeyi sever. Süreç içinde, gerçek kimliğini kaybeder. Kişi kendini kolektiviteden ayırmaya başlar ve bu da kişiyi başkalarıyla karşılaştırınca, bir kişilik krizine götürür. Başkaları üzerinde hak iddia etmeye çalışabiliriz, bunu da genellikle yüksek bir pozisyon elde ederek yaparız. Başkalarını etkilemek için kendimize bir imaj yaratmaya çalıştığımız zaman, diğerlerinin aslında bizden başkası olmadıkları gerçeğinin tam aksi yönüne gitmiş oluruz. Bir şekilde, başkaları önünde bir imajı ustalıkla kullanmaya başladığımız zaman, özsaygımızı yitiririz. Bu illüzyon, beşinci merkezin sol tarafında ciddi bir tıkanıklık yaratır.

Oyunlar oynadığımız zaman, kendimizi değerlendirmeye de başlarız.  Genelde bizden daha başarılı biri daima vardır. Örneğin, birisi sporda, derslerde bizden daha başarılı olabilir veya bizden daha popüler olabilir. Yavaş yavaş, yeterince iyi olmadığımız için bir küçüklük veya suçluluk kompleksi geliştirmeye başlarız. Sürekli olarak diğerlerinin önünde olamayız. Bazıları belki bizden daha becerikli, daha usta, daha başarılı veya daha güzel görünüşlü olabilir. Aynı sendrom “sahip olduklarımız” ve “sahip olmadıklarımız” arasında da mevcuttur. İnsanlar diğerlerinin mallarını, pozisyonlarını, şöhretlerini veya görünüşlerini kıskanıyorlar. Yanlış kişileştirmelerden dolayı çamura batarız. İnsanları kalbimizle hissetmek yerine, aklımızla rekabete gireriz.   Böyle bir kovalamaca kişinin kendisini yıkar. Kendi illüzyonumuzun yarattığı bir kendini aldatmadır bu.

Beşinci merkez, ruhun sevgisini ve konuşmamızın tatlılığıyla başkalarına nasıl neşe verebileceğimizi ifade etmek ve başkalarını ne kadar sevdiğimizi gösterebilmek üzere gelişmiştir.  Eğer iletişim yerine onun niteliklerini suçluluk sendromuna saptırırsak, o zaman sadece yükselişimizi durdurmuş oluruz. Ruh olduğumuzu farkettiğimiz zaman, ruhun ebedi ve saf olduğunu biliriz ve böyle olunca da suçlu olmamızın mümkün olmadığını anlarız. Eğer kişi suçluluk duygusundan dolayı acı çekiyorsa, en iyi çözüm sağ eli sol omuz ile boynun birleştiği yere koymak ve her gün sürekli “ben suçlu değilim, ben ruhum” diye tekrar etmektir. Gerçeğin mutlak bilincine vardığımız zaman, yol açılacak.

Bir başka uç nokta ise bir başka reaksiyondur: saldırı. İnsanları kontrol altına almanın en kolay yolu “onları suçlu hissettirmek”tir. Kişi, kendisini suçlu hissettiren kişilerin elinde çok kolay oyuncak olur. Kilise babaları “günah çıkarma” ile bu saldırı şeklini kullanırlar.

İçimizde oturmakta olan ve bizi çok seven kişisel Annemiz, Kundalini, asla hatalarımızı görmez. Gece gündüz, yorulmadan bütün merkezlerimizi tamir etmek ve açmak için çalışır. O’nun vibrasyonları ile nasıl iletişim kuracağımızı öğrendiğimiz zaman,  onları tıkanıklıklara yönlendirebilir ve böylece merkezlerimizi temizleyebiliriz. Aydınlanmadan sonra, Ezeli ve Ebedi Gücün, Tanrı’nın, makrokozmosun içindeki mikrokozmosun bir parçası olduğumuzun bilincine varırız. Bizim Ondan ayrı bir kimliğimiz yoktur.  Biz hepimiz biriz. Shri Mataji’nin sık sık söylediği gibi: “Diğeri kimdir? Eğer siz güneş ve güneşışığı iseniz, eğer siz ay ve ayışığı iseniz, o zaman ikilik nerede? Eğer bir ayırım varsa ikilik vardır, ve o ayırımdan dolayı siz kendiniz ve kendinizinkiler arasında bir mesafe hissedersiniz. Eğer herşey ben isem, diğeri kimdir? Beyin kimliğini kaybettiği zaman, limitli denen beyin limitsiz olur.“

Bir kere bu suçluluk duygusundan vazgeçtik mi, iletişim kanallarımız açılır ve kalbin duygularını ifade etmek kolaylaşır. İnsanlar birbirleriyle konuşurken, sevgi yayılmaya başlar. Günümüzde insanlar birbirleriyle konuşmaktansa televizyon seyretmeyi tercih ediyorlar. Ama televizyon size sevgi veremez. Bu sadece insanoğluna ait bir yetenektir. İnsanlar birbirleri ile iletişim kurmayı beceremedikleri zaman, kendilerini tutarlar ve bu yüzden de kendilerini yanlız ve savunmasız hissederler. İletişim insanların açılmasına ve gizli kalmış duygularını açığa çıkarmalarına yardım eder. Birçok sorun sadece kişilerin birbirleriyle konuşması sonucu çözülmüştür. Öte yandan bir başka sorun da birçok insanın sorunlarına gerçekten bir çözüm aramamalarıdır.  Sadece konuşmak için konuşurlar ve belirli bir sorunlarının veya endişelerinin çözümü için iletişimi nasıl kullanacaklarını bilmezler. Bunun yerine, kendi pozisyonlarını haklı gösterirler veya kendi uydurdukları kılıflara başkalarından destek ararlar.

İngiltere’nin kırsal bölgelerinde dolaşmak bir zevktir. Bir ingiliz adam vardı, komşusuna bir selam bile vermeden beş saat gazete okurdu. Bir kaç gün sonra aynı adamı sokakta gülerken ve oradan geçen biriyle sohbet ederken gördüler. Onun bu samimiyetinin sarhoş olmasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Denir ki, ülkenin bu bölgesinde sadece sarhoşlar sokaktaki insanlarla konuşurlar.

Gerçekte, insan olan bizlerin, sanki farklı gezegenlerden gelmişiz gibi, birbirimizle konuşmakta bu kadar zorluk çekmemiz çok gariptir.  Biz aydan veya Mars’tan değiliz. Biz yakın yörelerden, ortak topraklardanız.  Birbirimizle konuşabilmemiz, gülebilmemiz ve birbirimizden neşe duymamız gerekir. Fakat kafalarımızdaki bazı tuhaf fikirler kişisel iletişimimizle kalbimizin arasındaki kanalı tıkıyor. Internet tarafından sağlanan elektronik iletişim hızla yükselirken, kişisel iletişimin azalması ve kötüleşmesi şaşırtıcıdır. İnsanlar birbirleriyle konuşmakta kararsızlar çünkü çok fazla yapay engeller yarattılar. Eğer kimse kimseyle konuşmazsa, insan ruhun neşesini nasıl paylaşacak? Tüm bu akli kavramları bir kenara atmalı ve kendi gerçeğimizden neşe duymalıyız, sevgi işte budur.

Khalil Gibran’ın dediği gibi:

“Dostluğun hiçbir anlamı yoktur, ruhu derinleştirmekten başka.”

Bizler ruhuz ve burada birbirimizin ruhlarını büyütmek için bulunuyoruz.

11. Bölüm

İNSANLARIN HATALARI SADECE ONLARI SEVMEKLE DÜZELTİLEBİLİR

“Hoşlanmıyorum” veya “Nefret ediyorum”  ultramodern toplumdaki ortak ifadelerdir. Egomuz çok güçlü olduğunda, kendimizi herşeyin kontrolünde yetkili gibi görmeye başlarız. Somut bir ego tabakası beynimizi kaplar ve onun elinde oyuncak olmaya başlarız. Neden nefret ediyorsak onu kınarız. Fikirlerimizin başkalarına hükmetmesini isteriz.

Aklın hareketi aşırı sağa gittiğinde, saçma fikirler üretmeye başlarız ve kafalarımızın üstünde boynuzlar çıkar! Ruhdan uzaklaşmış bir toplum, hızla saçmalıklar yapmaya, bir sürü Hitler tipi insanlar yaratmaya başlar. Böyle bir toplumun işleyişi doğrusaldır ve kendi aptallığının sonu olmayan kör kuyusuna ulaşır. Örneğin bürokratlar saçma kurallarla ortaya çıkıverirler ve sonra da geri çekilirler. Ölçü gerçek başarılardan ziyade ilerleme göstermektir. Bu da kamu parasının yüksek boyutta kaybıyla sonuçlanır. Örneğin, bütçelerinin en büyük bölümünü kirliliği kontrole ayıran ulusların, nükleer atıklar gibi giderek daha fazla öldürücü olan zehirleri üretimi artmaktadır.

Sevginin serin ışınları “fazla ısınmış” bir karaciğerin üzerine düştüğünde, ego sakinleşir. Öte yandan, eğer ego bir başka ego ile yüzleştirilirse, kışkırtılır. Önemli olan egoyu kışkırtmamak veya onunla savaşmamaktır. En basit şey egoyu affetmektir, başkalarını affetmektir, kendinizi affetmektir. Bazı insanlar “ben asla affedemem.” derler. Ego ne kadar büyükse, affetmeye karşı direnç de o kadar güçlüdür.  Affetme vizyonu veya isteği olmayan kişiler, üçüncü göz diye de bilinen altıncı merkezlerini bloke ederler. Affetmek veya affetmemekle elimize ne geçer? Başkalarına ne yapabiliriz veya ne yapmayabiliriz? Bunların hepsi masal. Bir başkasına karşı içinizde ne besliyorsanız bu sadece kendi evriminizi engelleyen aklınızdaki bir kirliliktir. Ayrıca, affedilmeyen kişi, bundan hiç etkilenmez. Affetmemek sadece egoyu rahatlatmak için oynanan bir oyundur. Egonun üzerine çıkmak için, İsa’dan affetme dersi almalıyız. Onun mesajına kulak vermeyenler Onun vaadettiği Krallığa giremezler. Sufiler, kişinin bulunması gereken ilk konumunun, Tanrı’nın birliğinin bilgisi olduğuna ve  bunun kavranması, yani herşeyin hatırasının kalpten atılması ve kişinin Tanrı ile yanlız olması demek olduğuna inanırlar.

Affedemeyen kişilerin anlamaları gereken şey; egolarının son derece sertleşmiş olduğudur, öyle ki Kundalini’nin yükselmesine izin vermezler. Onlar, egoları ile oyun oynamaya başlamalıdırlar, onunla eğlenmeliler ve ona gülmeliler. Yavaş yavaş ego gevşemeye başlar. Daha gevşek bir hale gelince, kişi egonun oynadığı oyunu görür ve ondan kurtulur.  Ne zaman egoya saplanırsak, ondan kurtulmak için onunla oynayacak bir oyun planlayabiliriz. Zaten hayatta, aklın oyunundan geçerek oyunlar oynuyoruz.

Bir hayvan aklını yöneltemezken, insanoğlu gerçekte varolmayan birşeye yönelme yeteneğine sahiptir. Örneğin, bir artist soyut birşeye yönelebilir ve sonra da onu tuvaline geçirebilir. Bir mimar bir fikir üretir ve onu bir tasarı yaparak geliştirir. Bu güç sayesinde, aklımızla oynamayı, havada şatolar yapıp sonrada onları yıkmayı öğrendik. Bu oyun aklın büyük gücüdür. Bir çok sınırları aşmamıza ve birçok boyuta geçmemize olanak verir.  Bununla birlikte, çoğu zaman kendi oyunumuzun içinde kaybolur gideriz. Sonrada kendimizi özgürleştirmek için arayış içine gireriz. Bu dramın veya oyunun bir başka adı da maya veya illüzyondur.

İllüzyonlar egoyu rahatsız eder ve onun mantık ve akıl gölgeleriyle saklambaç oynar. Bu bir çeşit rüyaya benzer. Örneğin, rüyadayken, olayların gerçekten olduğuna inanırız, ama uyanınca, illüzyon sona erer. Aynı şekilde, akıl kendini aldatır. Bazen şöyle deriz: “oh, böyle olduğuna inanmıştım; yanlış bir fikre kapılmışım.” Vardığımız sonuç mantıksaldı, aklın üretimiydi.  Bununla beraber, mantıksal sonucun varsayımının kendisi de bir illüzyondur, akıl da illüzyonlardan dolayı acı çeker. Sadece egoyu aştığımız zaman yanlış görünür hale gelir.  Mutlak Gerçek’i  deneyimlediğimiz zaman ki bu Gerçek Ruh’tur,  illüzyonun maskesi düşer.  Kişinin aklına karşı duyduğu bağımlılık yokolur ve sadece şahit konumundaki bir üçüncü kişinin bakış açısı meydana gelir.  Akıl bir soğan gibidir. Soğanın kalbine eriştikten sonra, daha fazla soyulamaz. O son noktadır. Tüm fikirler ve kavramlar terkedildiğinde sadece saf ruh parlar. Kabın, ustanın onu gerçek bilgi ile doldurması için, boş olması gerekmektedir. Eğer kap zaten ağzına kadar dolu ise, usta hiçbirşey veremez.

İntikam duygusu gerçekten çok çocuksudur. Çünkü büyümeyi reddederiz, sanığı cezalandırma oyunu oynamaya devam ederiz. Eğer katil kaçtıysa, oğlunu asalım. Maalesef, Tanrı sembolüne de bağlanıyoruz. Günahlarımızı cezalandıran öfke dolu bir Tanrı korkusu üstümüze şiddetli baskı uygular.

Ceza veren öfkeli Tanrı fikri, başka bir masaldır. Tanrı, çocuklarını çok seven, sevgi dolu bir Anne’dir. Her an, Kundalini aracılığıyla, ruhumuza daha çok yaklaşmamız için bize çağrıda bulunur. Yaptığımız yanlışlara bakmaz; içimize Onun sevgisini yerleştirir. O sevginin hareketi kendiliğinden herşeyi düzeltir. Sevgi sanatı, Ebedi Anne’den büyükannelerimiz,ve annelerimize geçmiştir ve işte böyle onlar bizi dünyaya getirmişlerdir, ve öylesine sevgiyle büyütmüşlerdir ki onların isteklerini hiç düşünmeden, kendiliğimizden yerine getiririz. En büyük şifacı ve sevgi ve şefkatin timsali Bakire Meryem’in tablosunu çizmek çok yaygındır. Lao Tse onu Tao olarak adlandırmıştır:

“ Anlatılabilen Tao

Gerçek Tao değildir.

Verilebilen isimler

Asıl isimler değildir.

İsimsiz olandır Cennet ve Yeryüzünün kaynağı.

İsim verilendir Herşeyin Annesi.”

12. Bölüm

KOZMİK SEVGİNİN BOYUTU

Kundalini başın üstünde bulunan bıngıldak kemiğini delip geçtiği zaman, kişi ilk defa saf neşenin ışınlarının lütfunu ve akışını deneyimler. Ölçüsüz bir içsel tatmin ve neşe hissi herşeyi bastırır. Arzu edecek hiçbirşey kalmaz artık. Yüreğin her atışı, herkesi kucaklamak isteyen sevgi alevleri çıkarır. Kişi birdenbire, sonsuzluk içinde genişler, doğadaki herşeye karşı inanılmaz bir sevgi duyar. Yeni bir sevgi diliyle iletişime geçmek en kolay şey gibi görünür. O kadar kolaydır ki bu kişi “neden daha önce kullanmadım?” diye hayrete düşer.

“Kişi çiçeklere gülümsemeye, kuşlarla konuşmaya, rüzgarla dansetmeye başlar. Gökyüzündeki kuşların, güneşin altındaki arıların ve yeşil yamaçtaki çiçeklerin sonsuz gizemini çözmek için doğayı baştan başa kaplayan, bir ağacın özsuyu ile yukarıya çıkan toprakla bütünleşir.”

Abraham Lincoln (Oğlunun öğretmenine yazdığı bir mektuptan)

Kişi kendi Kundalini’si sayesinde değerlerinin Kundalini’sini kolaylıkla hissedebilir. Ruhların birleşmesinde, artık maskeler yoktur, sadece sevgi vardır. Tüm dünya bir tek aileye dönüşür. Vücutlar ayrı olmasına rağmen kalpler birleşmiştir. Herbir kişi bize aittir ve herşey bizimdir, yine de hiçbirşeye bağımlı değilizdir. Kişi hiçbirşey yapmadan herşeyi başarır. Bilinmeyen ve hiçbir anayasada duyurulmamış bir özgürlüğün tadına varılır. Kişi hayatın içinde kendi payına düşen rolü oynamaya veya işi yapmaya devam eder. Dokumacı, marangoz, kasap, balıkçı, iş adamı, politikacı veya asker olmuş olmanın hiçbir önemi yoktur artık. İçte huzur hakimdir. Mutlak bir sükunet vardır. Bu içsel konum sayesinde kişi herhangi bir işi, ondan hiç etkilenmeden yapabilir. Örneğin, bu konuma gelmiş kişilerden, Kral Janak bir yöneticiydi, Mahatma Gandhi bir liderdi, Aziz Kabir bir dokumacıydı, Chankya bir politikacıydı.

Bir şekilde kişi, kendi arzularının peşinden gitmeyi bırakır, şefkatin ipleri bizim iplerimizi farklı yönlere çeker. Beyin, düşüncelerden çok şefkat yaymaya başlar. Sevgi nereye çağırırsa kişi oraya gider. Kendi vaktimizin bir önemi yoktur artık, bu vakit artık başkaları içindir. Ama hiçbir noktada kişi başkaları için birşey yaptığını düşünmez, orada başkası yoktur, sadece sevgi vardır. Kişiselliğin güzel kokusu kaybolmaz, tıpkı bir buketin içindeki bir çiçeğin kokusunu kaybetmediği gibi.

Kişi kolektif bilincin frekansına uyum sağladığı için, birçok çözüm hiç çaba sarfetmeksizin kendiliğinden gelir. Hiçbirşey bir sorun olarak görülmez, ama eğer biri sorun getirirse, aydınlanmış dikkat onun üzerine bir lazer gibi ışır ve çözümü bulur. Sanki çözüm sorunun içindeymiş gibi. Böyle bir kişinin kendine karşı ilgisi yoktur ve son derece dürüst ve objektiftir. Doğru ile yanlışı ayıdetme gücü içinde büyür. Ama bu güç de Tanrı’ya teslim edilmiştir ki böylece Onun arzusu bizi yönetir:

“ Ve O, onlarla oturacak, ve onlar Onun insanları olacak,

Ve Tanrı’nın Kendisi onlarla olacak, ve onların Tanrısı olacak.

Ve Tanrı onların gözlerindeki tüm yaşları silecek;

Ve bir daha ölüm olmayacak,

Ne hüzün ne ağlayış,

Ne de acı olacak:

Eskiye ait herşey ebediyete geçecek”

İsa Mesih’in Essene İncil’i

Belki mantıksal bir akılla enkarnasyonların birçok davranışlarını anlamak zor olur. Ama Tanrı’nın şefkatinin Krallığı aklın, beynin ve zekanın ötesindedir. Bundan dolayı, kişi sınırlı beyniyle sonsuzu ve ebedi olanı göremez. Öyleyse aydınlanmış bir ruhu nasıl tanıyacağız? O nasıl konuşur, nasıl yürür, yer ve içer? Görünüşte, o normal bir insan gibi hareket eder, ama vibrasyonlar sayesinde, onu tanıyabiliriz. Bhagavad Gita’da, Prens Arjuna Lord Krishna’ya sorar: “Aydınlanmış olan nasıl tanınır? Nasıl konuşur? Nasıl oturur? Nasıl yürür?” Lord Krishna cevap verir: “Akıl tüm arzularından bağımsız olduğu zaman, ve ruh kendi içinde tatmin olduğunda, böyle bir kişi aydınlanmış konumdadır.” İçte bir memnuniyet olduğu zaman, dışarıdaki herşey sakin bir deniz gibidir. Bu düşüncesiz farkındalık konumudur. Düşünceler okyanustaki dalgacıklar gibidir; sadece sevgi okyanusu kaldığında, dalgacıklar sadece neşe oluşturur. Bilinç, kolektif bilinçliliğin bilincine varır ve ondan zevk duyar. Kişinin hayatı coşmakta olan bir neşe okyanusuna dönüşür. Kişi şefkatliliğin içinde kendisini terkeder ve daima başkalarının iyiliğini düşünmeye ve istemeye başlar. Ruh olduğumuz gerçeği bizim gerçeğimiz olduğu zaman, akıl tuttuğu herşeyi kaybeder. Bununla birlikte aklın içindeki ızdıraplar, beğenmeler ve beğenmemeler de yokolur. Kişi artık tepki göstermez. Başkalarına karşı son derece sabırlı ve hoşgörülü olur.

Sahaja Yoga alıştırmalarında, parmak uçlarımızdaki vibrasyonlara karşı duyarlılık geliştiririz. Her merkez, kendisine tekabül eden parmakta hissedilebilir, tıpkı bir meridyen gibi. Aydınlanmış ruhların vibrasyonları serindir. İsa onları “Kutsal Ruh’un serin esintisi” olarak tarif etmiştir. Ruhtan doğmuş olan bu esinti bizi ruhumuza götürür.

Sonuç olarak açıktır ki, Kundalini bir kere kendini yedinci merkeze yerleştirdiğinde, kişi meditasyon konumunda demektir. Bu merkez her çakrayı içinde barındırır. Böylece, onların tüm güçleri daha yüksek konumdaki bir bilinçliliğin alanında birleşir. Bu organik, gayretsiz, kişisel bir deneyimdir, ve içsel büyümenin bir sürecidir. Sonra, kişi, meditasyon adına değişik girişimcilerin ne pazarladıklarını merak eder. Gerçekte onlar terapiler, hipnozlar, rahatlama yöntemları ve stresten kaçmak için bazı alanlar, yollar sunarlar. Belki, çok meşgul bir üstdüzey işadamının aradığı budur: bir sonraki toplantıdan önce birkaç dakikalık zihinsel rahatlama. Ama tüm bu çözümler kısa vadelidir. Kişiliklerimizi değiştirmezler. Ruh olmalıyız. Aydınlanmayla birlikte, ruh olarak ikinci kez doğarız. Rumuhuzla bağlantı kurmak en önemli şeydir. Gerçek, bizim vücut, akıl, ego veya zihin olmadığımızdır. Biz ruhuz. Meditasyon, ruhla bir olduğumuz bir konumdur. Ruh olduğumuz zaman, Tanrı ile veya Ona ne ad veriseniz, bir oluruz. Bu bağlantıdan sonra, bilinçliliğimiz o konuma yükselir ve orada kalır. O seviyede ruhumuz tarafından esinlenir ve yönlendiriliriz. Alışkanlıklarımız, değer yargılarımız ve kişiliğimiz çok neşeli ve sevimli bir mizaca dönüşür. Sahaja Yoga toplantıları öylesine neşe, kutlama, müzik ve dans doludur ki… C.S. Lewis, “Büyük Boşanma”da şu vizyona sahiptir:

“ Başka bir nehrin olup olmadığını sorma sebebim şuydu. Tam güneyde uzun bir orman geçidinde, yapraklarla kaplı dalların alt kısımları danseden ışıkla titremeye başladılar; ve toprağın üstünde hiç bilmediğim bir görünüm meydana geldi, sanki yansıyan ışıklar hareket eden sudan yukarıya doğru yükseliyordu. Kısa bir süre sonra, hatamı anladım. Bir çeşit tören alayı bize doğru yaklaşıyordu, ve ışık bu törene katılan kişilerden geliyordu.

Önce aydınlık Ruhlar geldi, insanların ruhları değil, dansediyorlar ve çiçek atıyorlardı, çiçekler hiç ses çıkarmadan yere düşüyorlar ve hafifçe sürükleniyorlardı, hayalet dünyasının standartlarında ise herbir taçyaprak yüzlerce kilo ağırlıktadır ve yere düştüler mi kayaları kırarlar. Sonra, solda ve sağda, orman yolunun her iki tarafında, genç yüzler belirdi, erkekler bir yanda ve kızlar diğer yanda. Eğer onların söyledikleri şarkıyı hatırlasaydım ve notalarını çıkarsaydım, o işaretleri okuyan hiçbir insan bir daha yaşlanmaz veya hastalanmazdı. Aralarından müzisyenler geçti: ve bunlardan sonra bir Hanım ki tüm bunlar onun huzurunda yapılmıştı…’

‘Onun yakınına gelen her yaratık ve kuş onun sevgisinde bir yer elde ediyordu. Onun içinde kendileri oluyorlardı. Ve şimdi Onda olan yaşamın bolluğu Baba’dan İsa’ya, hepsinin içine akıyordu. Öğretmenime şaşkınlıkla baktım. ‘Evet,’ dedi, ‘Bu sanki, bir havuza bir taş attarsın, ve eşmerkezli dalgalar gittikçe daha uzağa doğru yayılır. Kimbilir nerede biterler? Günahı affedilmiş insanlık hala çok genç, mutlak gücüne çok zor erişti. Ama şimdiden, ortadaki Hanım gibi, yüce azizin küçük parmağında kainatın ölü şeylerini hayata döndürmek için yeterince neşe var.’ “

Kolektif bilinçlilik ile bağlantı gerçekleştiği zaman, kişi onun koruması ve ilgisi ile kutsanır. Olaylar olmaya başlar. İnsanlar bunların tesadüf olduğunu düşünürler, ama gözün gördüğünden daha fazla şeyler vardır. Kişinin yaşamında birşeyler olmaya başlar – birden. Peşpeşe gelen olaylar, kozmik vibrasyonların bir kutsaması olduğunun bir işaretidir. Lord Krishna bunu şöyle tarif eder: “Yoga Kshema”, anlamı; kolektif bilinçlilik ile birleştikten sonra refah gelir. Yüzeyde herşey sanki bir tesadüfmüş gibi görünür ama gerçekte bu, kozmik vibrasyonların bir tasarımıdır. Aydınlanmadan sonra, tesadüflerin anlamını çözmek çok kolay olur. Eğer vibrasyonlar serinse, bunun her an bizi gözeten Kozmik vibrasyonların bir hediyesi olduğu apaçıktır. Kozmik vibrasyonlar saf bilinçliliktir. Tüm işi onlar yaparlar. Herşeyi bilirler. Tüm güç onlardadır ama aynı zamanda son derece huzur ve sevgi doludurlar. Planlanmış bir zaman diliminde bütün işi yaparlar ve iş bittiğinde giderler. Kutsamaları fiziksel, zihinsel, duygusal ve maddesel olarak yardım eder. Kişinin onlardan birşey istemek için arzu etmesi gerekmez., çünkü onlar bizim ihtiyaçlarımızı bizden daha iyi bilirler ve çok daha hızlı ve verimlidirler.

Görünüşte dünyevi uğraşlarla meşgul olsa da kişi onlara bağımlı değildir. Yapılacak veya yapılmayacak hiçbirkey kalmamıştır gene de kişi görevlerini ve dünyevi yükümlülüklerini yerine getirir ama özgürdür.

Hisler ölmemiştir, ama ruhun yönetimi altındadır. Ruh kendinden neşe duyar. Kendisi memnuniyetin kaynağı olduğu için tatmin olmayı dışarıda aramaz. Kişi çok yaratıcı olur. Doğrusal düşüncenin ve belli bir tarzla sınırlanmış yapısal örneklerin üzerine çıkar. Sonsuzluğun geniş bölgesinde, kişi çeşitliliğin, coşkunluğun ve sevincin özgürce zevkine varır. Kişinin yaratıcılığı özgünlüğün önderliğinde yükselir. Yaratıcılık, kişinin içsel huzurunu ve neşe dolu konumunu yansıtır. Yaratıcılığın rezonansı başkalarının ruhunu da uyandırabilir ve ilham verebilir. Aydınlanmış bir müzisyenin sesi, dinleyenlerin ruhunu uyandırabilir. Guru Nanak şöyle demiştir: “Ve Tanrısal müziği dinle ki o her bir kalpte atmaktadır.”

Kişi zamanın sınırlarından özgürdür. Geçmiş ve gelecek mevcut değildir. Kişi sadece şu anda yaşar, “Burada ve Şimdi.” Herşeyin geçici olduğu, bütün maddelerin değişimden etkilendiği ama ruhun madde olmadığı idrakı vardır. Ruh sonsuz şahittir. Şahitlik konumu, daha evvel de bahsedildiği gibi, şartlanmalardan ve egodan bağımsızdır. Şahitlik, doğru ile yanlışın ayırdını başlatır ve kanallar ile hassas merkezlerin içsel boyutlarını, ebedi aynayı yansıtan aynalara dönüşene kadar saflaştırır. Kişi şartların getirdiği baskı ile yıldırılmamış içsel bir azim geliştirir. Bu azim, tıpkı bir nülüfer çiçeğinin kendisini daima suyun üzerinde tutması gibi, kişinin kendisini tüm bu baskıların üzerinde tutmasını sağlar.

Lord Krishna Ruh’un niteliğini şöyle anlatır:

“ Silahlar ona işlemez,

  Ateş onu yakmaz,

  Sular onu ıslatmaz,

  Rüzgar onu kurutmaz.”

Bhagavad Gita, II (23)

Çok açıktır ki ruh hiçbir nitelik ile kirletilemez ve ayrıca hiçbirşey ona baskı yapamaz. Böylece, aydınlanmadan sonra, sağlığa ağır gelen tüm duygusal travmalar hafifler. İçsel temizliği ve yenilenmeyi aynı anda yapan Kundalini’nin gücü sayesinde bir yenilenme süreci başlar. Birçok rahatsızlık ve hastalık iyileşir, ve hatta genler bile değişir. Aynı süreç, kitlesel aydınlanma ile kolektif boyutta da çalışmaya başlar. Çekirdekten başlayarak, yeni bir toplumun içindeki ilişkilerin ağını yeniden dokur. Böylece, yeryüzündeki büyük insan toplulukları Sahaja Yoga ile aydınlanmalarını alırlar, vibrasyonlarının rezonansı toplumu ileriye doğru götürmeye başlar. Aydınlanma, evrensel yaşam savaşını ve dünya çılgınlığının dünya uyumuna barış dolu dönüşümü sağlayan katalizatörüdür. İnsanlığın “biz neyiz?” konumundan, “biz ne olabiliriz” vizyonuna doğru geçişinin katalizatörü. William Blake bu görüşü şöyle açığa vurmuştur, “Tanrı’nın insanları peygamberlere dönüşecekler.” Evet, şefkatin ve bilgeliğin erkekleri ve kadınları olacaklar. Başka bir boyutta, yirmibirinci yüzyılı taçlandıracak değişim süreci, Pluton gezegeni ve kozmik güçler tarafından faaliyete geçirildi, 2000 yılının eski vizyonlarının vaadettiği Altın Milenyum’a eşlik etmek için…

KAPANIŞ

Yeni Milenyum, boyutların yanyana bulunacağı bir dönem olacak. Gerçeği arayanlar için bir çiçeklenme zamanı olacakken, diğer bir boyutta, İsa’nın da vaadettiği ve Kuran’da da Diriliş Günü olarak tarif edilen bir ayıklama dönemi olacak.

“ O gün ağızlarını mühürleyeceğiz, elleri konuşacak, ve ayakları kötülüklerine şahitlik edecek.”

Sure 36:63

“ Bugün kendi ruhunuzun sizi hesaplaşmaya çağırması sizin için yeterli”

Sure 17:12

Işığı arayanlar bilinçliliğe yükselecekler. Negativite çamuruna batmış olanlar kaybolacaklar. Gerçeğin ileriye doğru parlama gibi saf bir niteliği varken, yalanın kendini açığa çıkarmak gibi doğal bir niteliği vardır. Ama bu açığa çıkışın meydana geleceği belirli bir zaman var. Yeni milenyumun yükselişi işte bu çetin zamandır.

Kolektif seviyede, ahlaksızlık, zulüm, sömürücülük, dogma, köktendincilik ve ırkçılık açığa çıkacak. Kozmik seviyede, elementler tüyler ürpertici boyutlara sahip olacak.